Bölüm şarkısı: Ahmet Kaya - Hasretinden Prangalar Eskittim
"Sana bebek diyemedim," Ses tellerinden bir ağıt kopsaydı kalplerde ancak böyle yankılanabilirdi. Göz pınarları kurumuştu. Saçlarının üstünde kapkara bir örtü vardı. Kadının bahtından bir kesit alınıp oraya yerleştirilmiş gibiydi. Uçları dalgalı olan saçlarından bir tutam elindeki bir çift patiğin üzerine dökülüyordu. "Ak sütümden veremedim." Dudakları titrerken parmakları patikte dolaşmıştı. "Nenni, oğul, oğul..."
Yerin kaç kat altında olduğunu bilmiyordu. Gözlerinin siyahı bile solmuştu. Bakışlarının feri gitmişti. Kadını almışlardı, kazdıkları çukurun içine atmışlardı fakat bu kadarıyla da kalmamışlardı. Her defasında daha çok toprak atmışlardı üzerine. Tahta kapılar çakmışlardı o toprağa. Kilit üstüne kilit vurmuşlardı. Sesi çıkmıyordu. Bu ses ona ait değildi. Hâlâ kıpırdayan eller, önlerine pus düşmüş olan gözler, derisi soyulmuş ayaklar... Hiçbiri ona ait değildi. Hepsini çürümeye mahkûm etmişlerdi. Dökülecekti. Kolu, bacağı, kalbi... Hepsini küfe dönene kadar o çukurun altında tutacaklardı. Bir gün o kapıyı kıracakları an da gelecekti ama ne işe yarayacaktı? Kadının kalbini parçalamak için onun ellerini kullanmışlardı. Tırnaklarının arasına kan dolmuştu. Parmaklarından çıkmıyordu o leke.
"Bebek öldü kefen biçek," Patiklere bir bebeğin göz kapaklarına dokunur gibi dokundu. "Nenni, yavrum, yavrum..."
Beyaz bir çarşaf bulmuşlardı onu doğurduğunda. Bebeğini ona sarıp kucağına vermişlerdi. Ölecekti. Öleceğini hissetmişti. Belli ki üzerine atılacak toprak doğmuştu içine. Orada alacağı kuru nefesleri, dökeceği gözyaşları, atacağı çığlıkları düşünememişti. Hiç getirmemişti aklına. Ölürken bir daha, sonra bir daha ve yine öleceğini bilememişti. "Sana bebek diyemedim," Sesi boş duvarlardan birine çarptı. Kadının ciğerlerinden yardım çığlığı yükseldi. "Nenni, bebek, bebek..."
🥀
Susmak benim gardımdı.
Yusuf'u götürdüklerinde ben hep susarım sanmıştım. Hiç sesimi çıkarmamayı öğrenmiş küçük bir çocuk oluvermiştim. Birisi bana yaklaşıp Yusuf nerede diye soracak olsa susardım. Hem kendimi hem de onu kötülüğün zindanından korurdum. Günlerce ağzımı açmamayı da öğrenirdim; çok küçükken yaptığım gibi.
Tunç, bir yara alıp kan içindeki tişörtünü sıyırıp kenara attığında ben yine susmuştum. Bu sefer günlerce değil ama saatlerce. Yanıma gelip beni kollarının arasında uyutmak üzereyken ona canımın en içi olduğunu fısıldamıştım. Sadece dilimi değil, benim ruhumun her ipliğini çözen onun varlığıydı ve ben en çok o sarıp sarmalasın istiyordum şuncacık bedenimi.
Annem, Yusuf'un olmadığı bir doğum gününde kocaman bir pasta yaptığında da ben sustum. O pastaya mumları dizmediğimizde, boğazımızdan geçmeyeceğini çok açıkken susup bir köşeye sinmiştim. Bir bayram günü yatağımıza serilen bayramlıklarımızı giyindiğimizde her şey eksikti. Her şeyi simgeleyen kapının menteşeleri kopmuştu. Eğreti duruyordu. Tunç gencecik yaşında sigaraya başlamıştı ve bunu babam bile farkındaydı. Kimse bir şey yapamıyordu, çünkü o menteşeleri yerine koymayı babamın dahi beceremediği bu dünyada yaşamaktan başka seçeneğimiz yoktu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Kafes
General Fictionİlk kez koca koca adamların kelamlarını takip etmek için siyah masanın etrafındaki koltuklardan birine oturduğumda on dokuz yaşındaydım. O kadarcık kızın öyle takım elbiseli, ciddi suratlı, ağır laflı adamların içinde ne iş yaptığını sorgulayan düzi...