Cem Adrian, Mutlu Yıllar
Virane bir şehre yapılacak devrimin ayak sesleri içimi mesken tutmuştu. Yalnızca otururken, bir şeyler içerken, gözlerimi insanların yüzünde dolaştırırken o sesleri duyabiliyordum. Umutsuzlukla şişirilmiş balonların hepsini patlatan devrim sinyalleri kulaklarımı çınlatıyordu. Hayatım o virane şehrin ta kendisiydi. İçimdeki isyan düşkünü varlıkların kaça bölündüğünü sayamıyordum.
Dinlenmek beni iyileştirmiyordu.
Aşk beni iyileştiriyor muydu mesela? Aşk beni hastalıktan kıvranan, kıvrandıkça o hastalığa bağlanan birine dönüştürüyordu.
Hastalığıma yenilmiştim. Aşkı bir iltihap gibi göğsümün üstünden çekip alamayacağımı anlamıştım.
Duygularımın sonsuzluk çizgisinde yolculuğa çıktıklarından habersiz olan adam, yani bahtıyla yarışa giren kapkara saçlara ve sakallara sahip Fersah kucağına çektiği dizüstü bilgisayarın ekranına bakıyordu. Beyaz ışık kirpiklerinin siyahına yalancı bir aydınlık vadediyordu. Kaşlarını hafifçe çattığı için çehresi tanıdık huysuzluğuyla harmanlanmış vaziyetteydi. Ona verilen görevi hakkıyla yerine getirmek konusunda rakibi olabilecek insan sayısı çok azdı. Okuduğu birkaç kod sayesinde Harran'a örgütten bağımsız bir araçla ulaşacak, iletişim kurmamızı sağlayacaktı.
Ona vermemiz gereken bir yeni yıl hediyesi vardı.
"On saniye içinde ekranda şerefsiz suratını göreceğiz," diyen sesi kulaklarıma doldu Fersah'ın. Koltuğun kolçak kısmından kalkıp onun yanına iliştim ve kameranın ikimizi de ekrana sığdırması için bacağımı bacağına yanaştırdım. Fersah'ın hafif hafif seğiren dizi durdu, peşine ekranda geriye doğru sayıldığını belli eden rakamlar belirdi. "Konuştuğumuz gibi." Mırıldanarak konuşuyordu adeta. Beş saniye kalmıştı. Son uyarısını yaparak sakinliğimi koruyacağımdan emin olmak istiyordu. "Dışına çıkmıyoruz, tamam mı Alabeyli kızı?"
Üç saniye.
"Tamam. Sıkıntı yapma artık."
İç geçirdi belli belirsiz. "Bunun için sağlam nedenlerim var."
Cevabımı yutmama sebep olan görüntü ekranı kapladı. Harran tam karşımızdaydı. Gece yeterince ağır geçerken, onun yüzünü bir kere daha görmek ciğerlerimdeki isimsiz iltihabı çileden çıkarıyordu. Sızım sızım sızlamaktan başka bir şey yapamadığı için kanıma öfke olarak karışıyordu.
Bizim aksimize tekli bir koltukta bacaklarını iki yana doğru açarak oturuyordu. Dışarıda değildi fakat başında kahverengi bir bere vardı. Suratında ise pis bir sırıtış belirmişti. "Gençler," diye seslendi bize. İçinde sarıların oynaştığı gözleri kısılarak bizim yüzlerimize mıhlanmıştı. Parmaklarının arasında henüz yakılmamış bir puro tuttuğunu dudaklarının arasına yerleştirdiğinde fark ettim. Puroyu ateşledikten sonra arkasına genişçe yaslanıp çektiği dumanı dışarı bıraktı. "Sizi böyle yan yana görmek ne güzel."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Kafes
General Fictionİlk kez koca koca adamların kelamlarını takip etmek için siyah masanın etrafındaki koltuklardan birine oturduğumda on dokuz yaşındaydım. O kadarcık kızın öyle takım elbiseli, ciddi suratlı, ağır laflı adamların içinde ne iş yaptığını sorgulayan düzi...