Bölüm şarkısı: Sema Moritz - Hasret
Şöminenin harla yanan ateşine bakıp gözlerimi çabucak kaçırdım. Odanın sıcaklığı bana fazla gelirken üzerime geçirdiğim geniş hırkayı duraklamadan çıkardım ve sandalyelerden birine astım. Beyaz, uzun bir tişörtle kalmıştım şimdi. Altımda siyah taytım, ayaklarımda ise spor ayakkabılarım vardı. Kıyafet açısından rahattım. Dışarıda camları döver gibi yağan yağmurdan dolayı şöminenin yanıyor olması da doğaldı. Sadece gördüğüm her ateşin yüreğime düşüyormuş gibi hissettirmesini, kaburgalarımdan bir çığlığın yükselmesini engelleyemiyordum. Herkesin bir yaşam alanı vardı. Benimkinde en çok kara bulutlar, ıslak yüzler ve tenler yer almalıydı. Toprağın kokusuyla ciğerlerim genişlemeliydi. Böylece bana yabancı kalan otların yanında kuruyup ezilmezdim.
Çetin'i konuşturmak için evden ayrı bulunan geniş odaya geçmiştik. Buna güvenerek sesli bir nefes aldım. Koskoca odanın iki duvarı tuğlalarla kaplıyken diğer iki duvarında boydan boya cam vardı. Dışarıdaki adamları görebiliyorduk buradan. Kimse birbirinden gizli iş çeviremesin diye özel olarak tasarlanmıştı sanki evin her bölgesi.
Uzun bir akşam olmuştu. Uzun bir gece olacağı da besbelliydi. Yanık'la Cafer gömleklerinin kollarını kıvırarak Çetin'i oturttukları sandalyenin önünde duruyorlardı. Yanık elindeki çakıyı evirip çevirirken odada başka hiç kimse yokmuş gibi davranmayı tercih ediyordu. Birazdan ağzından kerpetenle alınan her kelimeyi hiçe sayacaktı ve karşısındaki şeref yoksununun anlayacağı dili konuşmaya başlayacaktı. Suratından düşen bin parça gibi dursa da terapiye gelmiş gibi hissettiğini farkındaydım. Lakin alacağı zevki Cafer gibi otuz iki diş sırıtarak belli etmekten epey uzaktı. Ellerini beline dayayıp düşmanının sinirlerine oynayan Cafer'in keyfine diyecek yoktu.
Eve gelir gelmez yarım saatliğine herkesin odasına dağılmasını, Çetin'i konuşturmadan günün aymayacağını söylemiştim. Biz fena durumda değildik ama Fersah dakikalar önce bir ringe çıkmıştı. Çetin'in dişlerini eline verecek şekilde onunla dövüşmüş, belli oranda darbe almış ve beni de aldığı darbelere uyum sağlamamı ister gibi afallatmıştı. Birisi başımı iki yumruğunun arasına sıkıştırıp damarlarımın iç içe geçmesine sebep olmuş gibi hissediyordum. Bir virüs misali içime yayılmakta olan sinsi yumakla kavga etmeye gücüm olmamasından nefret ediyordum. Kendimi odama atar atmaz kıyafetlerimden kurtulmam, banyoya girmem ve ılık suyun beni sakinleştirmesini beklemem kaçınılmaz sondu.
Haine odaklanmalıydım. Gerekirse onun bağırsaklarından bir fiyonk yapıp paket haline gelmesini sağlamalıydım. Onu konuşturup bu işin uzamaması için gayret etmeliydim. Fersah'ın gözlerinin altına düşen kirpiklerinin gölgesiyle, izlerinin o ışıkların altında bile belli olmasıyla, nereden geldiğiyle ve nasıl sağ çıktığıyla ilgilenmek benim savunma kalkanımı indirmeye yeterdi. Yorulursam biraz uyurdum ama sonra geçerdi. Dizlerim ağrırsa biraz dinlenirdim ama sonra devam ederdim. Kalbim ağrırsa ne yapardım? Ben hiçbir şey yapamamanın verdiği o melun hissi hayatımdan sonsuza kadar çıkarmak istiyordum. Kalbim ağrırsa onu yerinden söküp atamazdım. Kalbim ağrırsa durup soluklanamazdım çünkü nefesim eksik kalırdı. Nefesim başka nefese bağlanınca benim kalbim kireçlenirdi ve artık hiçbir şey uyuyup uyanınca geçmezdi.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Kafes
General Fictionİlk kez koca koca adamların kelamlarını takip etmek için siyah masanın etrafındaki koltuklardan birine oturduğumda on dokuz yaşındaydım. O kadarcık kızın öyle takım elbiseli, ciddi suratlı, ağır laflı adamların içinde ne iş yaptığını sorgulayan düzi...