Bölüm şarkısı: Melike Şahin - Deli Kan
Her çocuk kaybetmekten korkardı.
Her insan kaybetmenin tahammülsüz tadını dişlerinin kavuğuna kadar hissederdi.
Çocukken ben de korkuyordum. Babam bir asker değildi ama her evden çıktığında savaşa gidermiş gibi uğurlamayı adet edinen sevdiklerim vardı. Geceleri ya da sabaha karşı döndüğünde benim odama usulca girmesini, saçlarımdan öpmesini, kaybetme korkusunun o zamanlardan kalbimin bir köşesine ilişme halini hissederdim.
Babam ilk kez yara almamıştı fakat bu keşmekeşin en karanlık sularıyla imtihan olmaya başladığımızda aylardan ekimdi. Onun günlerce yoğun bakımda kaldığı ilk kurşun yarasıydı. Öncesinde aldığı yaraların hepsinden haberdar olmazdım. Neticede çocuktum. Ne kadar olabildiysem o kadar çocuktum işte. Bu işin başka bir boyutuydu. Aslında demeye çalıştığım şey şuydu; babam Tunç meydan bayrağını eline alana kadar tehlikenin göbeğinde soluklanırdı. Abim o bayrağı babamdan izin alma gereksinimi duymadan kapmıştı ve hızıyla herkesi hayrete düşürerek o meydanda borusunu öttürmeye başlamıştı.
Yaşasaydı namı dilden dile yayılmaya devam edecekti, gözler onun gölgesini arayacaktı ve belki de Yusuf'u çekip o kuyudan çıkaran eller ona ait olacaktı.
Şimdi ben bu tozuyla, toprağıyla gözlerimi çok fazla açık tutamadığım meydanın ortasında onlarsızdım. Alabeylilerin iki erkek çocuğunu da yok etmenin keyfini süren adamların karşısında elimde bir silahla dikiliyor, hiçbir şeyi unutamamanın kesif tadını her nefes alışımda daha derinden duyumsuyordum.
Beni burada neden yalnız bıraktınız? Ağzımı açıyordum fakat ağzımı açmama rağmen sesimi çıkarmayı beceremiyordum. Beni burada neden böyle, nasıl böyle bıraktınız?
Babam yanan bir evin üstüne kapaklanarak hepimizin canını kurtarabilirdi. Ben onun kızıydım. Söylemekten vazgeçmeyecektim; ben onun kızı olmanın gururuyla başımı dik tutuyordum. Onu sırtından vuranları, bunu kardeşimin etrafında olan koruma kalkanını düşürmek için yapanları affetmediğim gibi bu dünya üzerinde dimdik durmalarına da müsaade etmeyecektim. Babamın parçalanan gömleğini onlar yüzünden görmüştüm. Yanık'ın benim yanıma gelişini hiç unutmayacaktım mesela. Annemin hastaneye götürmek için hazırladığı çantaya kaç tane gözyaşı düşürdüğünü bilemeyecektim fakat tek bir gözyaşında bile payı olan kim varsa inim inim inletecektim.
Yüzüne baktığım kişi sadece Altan Soysal değildi. Benim kaburgalarımın etrafını sarmış olan ağın incecik bağlarına tutunmuş kim var kim yoksa Altan'ın yüzünde toplanmıştı. Ona baktığımda babamın vurulduğu gün kulaklarımın bir daha hiç duymayacağını düşündüğüm an geliyordu aklıma. Altan'ın yüzündeki şaşkınlık yerini yavaş yavaş kontrollü bir ifadeye bırakırken annemin Tunç'tan sonra o kapalı kapının ardında yerle bir bütün haline gelişini hatırlıyordum. Aklımdan çıkması mümkün müydü? Ben Altan'ın yüzüne bakarken ne yapacağından kuşkusu olmayan bir insan görmüyordum sadece. Yanık'ın Deva'nın ardından nasıl haykırdığını, Tunç'un bedeninin olmadığı tabutu omuzlarında taşırken nasıl ruhunu o yola serdiğini hatırlıyordum. Tam Altan'ın yüzünde görüyordum bunların hepsini. Yusuf'un bomboş odasını, isminin yazdığı soğuk mermer taşı, onu yıllar sonra bir sınırda görme anımı. Sarılmak isteyişimi ama sarılmaktan çok uzakta kalışımı...
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Kafes
General Fictionİlk kez koca koca adamların kelamlarını takip etmek için siyah masanın etrafındaki koltuklardan birine oturduğumda on dokuz yaşındaydım. O kadarcık kızın öyle takım elbiseli, ciddi suratlı, ağır laflı adamların içinde ne iş yaptığını sorgulayan düzi...