Antimatter, Too Late
Anahtarını ateşler içine attığı bir evin önünde bekliyordu.
İçeriye girmesi için o kilidi açması gerekiyordu. Fakat anahtarın yedeği olmadığı gibi yanıp kül olan hiçbir şeyi geri getirme gücümüz de yoktu.
Eğer öyle bir güçle kuşanmış olsaydık kendi yangınıyla beraber bir avuç kül olup toprağa karışan birini kurtarırdım. Sevdasından kavrulan bir genç kızı da çeker alırdım onunla beraber. Gözlerimin en içine bakan adamın öz kardeşi olduğunu bildiğim Deva'yı Tunç'la beraber küllerinden arındırırdım. Ancak öyle bir gücüm yoktu. Kimsenin öyle bir gücü olmadığı için yanan ve sonra küle dönen ne varsa arkasından bakmaya mahkûmduk.
Bu evin kapısını tekmeyle kırarak açamazdı.
Gözlerimin içine bakarken iki sene, iki ay, iki haftadır görmediğim karalarına lambaları sığdıramazdı.
Ağzımı açıp konuşacak mecalim yoktu. Karda beklemiş gibi donan ellerimden birinde su bardağı, diğerinde ekmek bıçağı vardı ve ben su bardağını daha fazla taşıyamıyordum. Orada yaşadığım kötü hatıraların hepsi varmışçasına titriyor, kendime gelmek için aldığım nefesi tamamlamayı beceremiyordum. Hâlâ dik duruyordum, hâlâ ifadeden yoksun bakıyordum ama bir su bardağını dahi taşıyamıyordum. Ayaklarımın dibine doğru düşmesine, zeminde ses çıkararak devrilmesine engel olamadım. Camlar etrafa saçıldı, bardaktaki suyun kalanı ayaklarımın bir kısmını ıslattı.
Sağ elimle kavradığım bıçağın düşmesine izin vermem mümkün değildi. Karşımdaki adamın hayal olmadığını anlamıştım. Her şey gerçekti. Bu gerçekliğin tam ortasında soluğum kesilmek üzereyken, onu son kez gördüğüm geceyi hatırlamayı bırakamıyordum. Çakı parmaklarımın arasındaydı, eli benim elimin üstüne kapanmıştı ve bir süre sonra çakının keskin yüzeyi bedeninde yer almıştı. Oradan akan kanları unutmamıştım. Bazen gözlerimi kapatıyordum, aklıma gelen ilk şey büyük bir kan gölü oluyordu. Rüyalarıma karışan, bana rahat bir uyku uyutmayan göle ayaklarımı sokuyordum. Gitgide dibe doğru çekildiğimi hissediyordum. Kan renginden ölesiye nefret edecek vaziyete kolayca geliyordum ve hemen ardından hiçbir şeyin bizi bu yaşanan hatıradan kurtaramayacağını kabulleniyordum.
Kalbim kendini yerdeki cam kırıklarının üzerine bırakmak istedi. Orada çırpınmak, sonra çırpınmanın faydasızlığını kavramak... En sonunda damarlarına saplanan cam kırıklarına teslim olmak istedi.
Kalbimi bir bıçakla tehdit etmek işe yarasaydı elimdekini kendi göğsüme yöneltirdim. Korkup çığırından çıkmış gibi atmaktan vazgeçirdi o zaman. Fakat hiçbir işe yaramazdı. Kalbim kendine zararı dokunan bir cesaretle atıyordu. Kabuk bağlamak nedir bilmeyen yaralarını uluorta göstermesi de bundandı. Kimseden çekinmiyordu. Onların üstlerine eğreti tutturulmuş yara bantlarını umursamıyordu. Biri düşürse yerine diğeri asılırdı. Nasılsa durduramayacağı bir kanın kokusunu yakından solumuştu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Kafes
General Fictionİlk kez koca koca adamların kelamlarını takip etmek için siyah masanın etrafındaki koltuklardan birine oturduğumda on dokuz yaşındaydım. O kadarcık kızın öyle takım elbiseli, ciddi suratlı, ağır laflı adamların içinde ne iş yaptığını sorgulayan düzi...