Bölüm şarkısı: Ayna - Ölünce Sevemezsem Seni
Alnımı bir mermere vurmuş gibi hissediyordum. İncecik kan sızıyor, şakaklarımda biriken boncuk terlere karışıyordu. Her şey kendi kendine çözülemeyecek derecede karışıklıkla önüme servis edilmişti. Gözlerim buğulanıyordu. Haliyle etrafımdakileri seçmekte zorlanıyordum. Mermere çarpan alnımın acısını hissetmiyordum aslında. Ben daha çok o kanın akışından rahatsız oluyordum. Durdurmak, daha çok durdurmak ve en nihayetinde hiç kan akmamış gibi devam edebilmek istiyordum.
Tunç'tan bahsediliyor olması beni günlerce aç kalmışım gibi takatsizleştiriyordu.
Fersah'ın yanıma oluşu ise bu takatsizlikle yere devrilmemi engelliyordu.
Dizlerimi söyleyecek hiçbir şeyi kalmamış bir insan misali tedirginlikle birleştiriyordum. Parmaklarımı birbirine kenetlemiştim. Kirpiklerim bir kez titrerse onlara sahip çıkabilmemin mümkünü kalmayacaktı, biliyordum. Tunç'un adını öylece ağızlarına nasıl alabiliyorlardı? Boğazımdaki küllerden kurtulmak için sertçe yutkundum. Bu akşam bunun için oturmuyor muyduk masada? Karşımıza aldığımız adamları bu sebeple kandırmıyor muyduk? Onlar benim kardeşimin ismini kullandı diye, bunu kimin için yaptıklarını öğrenelim diye.
Aynı gece içinde bin bir duyguyu birden yaşamaya alışkın olduğumu zannediyordum. Çok savaş gören, bu savaşlarda mutlaka tanıdıklarının kolunu, bacağını ve gözlerini kaybedişini seyreden birisi olarak benden daha çok kim alışkın olabilirdi? Gözümü kırpmadan düşmanımızın ağzından çıkacak her kelimeye tepkisiz kalacağımdan çok emindim. Henüz ikisinin de kafasını masaya geçirmek için bir hamle yapmamıştım zaten. Konu bu değildi. Benim yaramın bir alfabesi vardı. Birçok harf kullanılmıştı o yara dile getirilirken. Fakat kimse karşıma geçip gururlu bir gülüşle omzunu silkerken "En zor işlerden biriydi," dememişti. Benim abimden, canımın içinden kimse bu şekilde bahsetme lüksünde bulunmamıştı. "Adam karşımıza geçip pasaport istediğinden bahsetmiyor sadece. İsim veriyor. Benim pasaportumu bu isimle çıkartacaksın diyor. Ölür müsün öldürür müsün?"
"Belli ki siz ölmemeyi seçmişsiniz," diye araya girdi Fersah soğuk bir sesle. "Öldürdünüz mü yoksa?"
"Emir büyük yerdendi," dedi Ersin içkisini yudumlarken. Tüm rahatlığıyla. Benim abimin ismini alıp oraya yerleştirmemişler gibi. "Zaten başka türlü babası kabadayılardan olan bir herifin adını kullanamazdık. Dedesi falan da öyleymiş bunun. İstanbul'da parmaklarında oynatamayacakları kimse yok sizin anlayacağınız. Yüzlerini de herkese bahşetmiyorlar." Kendi şarap kadehimi Fersah'ın önüne doğru uzattım. Benim biraz gevşemem şarttı. Başka türlü bu masayı dağıtmadan duramayacaktım. "İnce ince işledik bu işi yani. Ayıptır söylemesi büyük paralar döküldü önümüze."
Fersah, beyaz şarabımı doldururken tek bir mimik bile oynatmıyordu yüzünde. Madalyalarını boynunda taşımayacak kadar başarılı bir süvariyi andırıyordu. Ondan güç almak için bakışlarımı bir süre boyunca donuk yüzünde, hemen ardından da ellerinde tuttum. Diğer her şey korkunçtu. Üstelik burnuma olmayan kokular doluyordu ve bununla baş etmeyi istemiyordum. "Risk almışsınız," diye sohbeti devam ettirme girişiminde bulundu. Kadehimi ona fırsat bırakmadan alıp sakince yudumladım. Dışarıdan herhangi bir dalına rüzgâr işlemeyen ağacın gölgesi gibi göründüğümü farkındaydım. "Kimin gücü yetti size bu riski aldırmaya? Diğer tarafta dedesine kadar tanınan ve sayılan bir adam var diyorsunuz. Herkes almazdı böyle bir işi."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Kafes
General Fictionİlk kez koca koca adamların kelamlarını takip etmek için siyah masanın etrafındaki koltuklardan birine oturduğumda on dokuz yaşındaydım. O kadarcık kızın öyle takım elbiseli, ciddi suratlı, ağır laflı adamların içinde ne iş yaptığını sorgulayan düzi...