Bölüm şarkısı: Emir Can İğrek - Defoluyorum
Yusuf'u evinden ayırmaktan başka çaremiz olmadığını kavradığımda kaç yaşındaydım bilmiyorum. Yusuf'un ölmediğini, Yusuf'un yaşamak için uzaklaştırıldığını yedi yaşındaki bir çocuğun algılaması mümkün değildi. Ben hiçbir zaman yaşının çocuğu da olamamıştım. Kardeşimi evimizden ayrılmadan önceki gece içime çöken sıkıntıyla görmüştüm. Bir türlü dalamadığım uykuyu incecik bir pike gibi üzerimden sıyırıp onun odasına gitmiştim küçük adımlarımla. Her şeyden habersizce uyuyordu. Ben her şeyden habersizce uyuyamıyordum. Elim saçlarını bulup onları okşadığında yedi yaşında bir kız çocuğunun kardeşiyle vedalaştığından habersizdim. Yusuf'u attığımız kuyudan, o kuyuda çekeceği acılardan, benim hayal dahi edemeyeceğimden bihaberdim.
Ertesi gece annemin ağlayışına uyanmıştım. Yusuf yoktu. Bütün gün onu göremediğim için huzursuzluk tarafından içimin her oyuğu esir alınmıştı. Annemin sesini bastıramayarak ağladığına ilk kez şahit oluyordum. Odasının kapısı kilitliydi ama sesi koridora dolmuştu. Hıçkırarak ağlayıp yüreğimi dağlıyordu. Küçücük kalbimde bir yıkım başlamıştı. O enkazla ömrüm boyunca baş etmeye çalışacaktım.
Babam günlerce, haftalarca, peşine aylarca sessizliğe gömülmüştü. O sessizlik onu boğacaktı neredeyse. Tunç'un kardeşini görmek için bastığı naralar inletmişti evi. Ağabeyim benim bakışlarımla karşılaşınca susuyordu sadece. Dallarından koparılacak vazoya hapsedilen güller gibi birbirimizin üzerine düşüyorduk. O vazonun yarısına kadar su doldurulmuştu ama bize yararı yoktu. Mezarımız süslü vazo olurken yapraklarımız dökülüyordu.
Evden her gün yeni bir cenaze çıkar gibiydi. Yusuf ölmesin diye babam elleriyle toprağı kazmıştı ve yine elleriyle onu yerin altına diri diri gömmüştü. Bizim canımız her gün bir başka uzvuna yanıyordu. Yusuf'un ellerine ağlıyorduk bir gün. Yusuf'un bizi görmeyen gözlerine, annesinin sesini işitmeyen kulaklarına, babasının gövdesine sarılamayan kollarına... Kardeşimin içinde olmadığını yedi yaşındayken kavrayamadığım o mezarın başında bir kere bulunmuştum. Üstünde ismi yazıyordu. Doğum tarihini, onun bizden esirgenmeye başlandığı günün tarihini kazımışlardı mermerin üstüne. Çok gerçekti. Toprağa değen parmak uçlarım titremişti. "İnanmadım ki," diye fısıldadığımı hatırlıyordum. "İnanmadım ben. Korkma."
Ben on dört yaşındayken ağabeyim yine babamın karşısına dikilmişti. "Getireceğim onu," diyordu. Gözlerinden akan kararlılık göğüs kafesime takılan bir kuş tüyünün hareketine neden olmuştu. "İzimi kaybettireceğim herkese. Bütün dünya peşime takılsa yine bulamayacaklar." Babamdan ses çıkmıyordu. Dağın üstünü kaplayan karlar onun kalbinin üstüne örtülmüştü. Erirse yönünü kaybederdi. Eğer karlar eriyecek olursa evlatlarının hepsini kaybederdi. "Baba," derken Tunç'un sesinde bir çatlama meydana gelmişti. Boğazını temizleyip kaşlarını kuvvetle çatmıştı hemen. "Uykum yok. Gecem yok baba. O gece benim kardeşim gittiğinden beri... İp dolandı boynuma. Nefesim yok baba. Benim gözümün feri yok. Kalbim yok baba."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Kafes
General Fictionİlk kez koca koca adamların kelamlarını takip etmek için siyah masanın etrafındaki koltuklardan birine oturduğumda on dokuz yaşındaydım. O kadarcık kızın öyle takım elbiseli, ciddi suratlı, ağır laflı adamların içinde ne iş yaptığını sorgulayan düzi...