Seul'deki ilk günümüz güzel geçmişti. Tokyo'da yaptığımız gibi öncelikle oteli gezmiştik, çalışanlar bize oteli tanıtmıştı uzun uzun, restoranında bir şeyler denedik; sonra otelden çıkıp yine Vito'yla gezdik. Önce birkaç tarihi yere gittik, tarihi yerleri gezdik, Doğu yine bana ve Doruk'a bir sürü hediye aldı; bu sefer ben de ona almıştım: Korece 'Dünyanın En İyi Babası' yazan küçük bir tablo. Doğu da bizim ailemizi temsil eden tatlı bir hediyelik almıştı. Yüzleri olmayan anne, baba, annenin kucağında bir oğlan çocuğu; lazerle altına 'İZOĞLU' yazdırdık.
Çok, çok güzel bir gündü. Doğu bana ve Doruk'a karşı çok cömert davranıyor ve neye elimizi atsak alıyordu, denemek istediğim her şeyi denedik, yine bir sürü fotoğraf çekindik. Akşam vakti çok ışıltılı ve canlı bir şehirdi Seul. Doğu'dan beni ve Doruk'u çekmesini istedim hep; o da bir sürü fotoğrafımızı çekti.
Ben çok mutlu olmuştum gün boyu. Gün boyu fırsat buldukça Doğu'nun dudağını, yanağını öpmüştüm; "Çok mutluyum aşkım." demiştim onun gözünün içine bakarak. O ise suratında bana doğrulttuğu kendince mesafeli bir gülümsemeyle öpücüklerimi, söylediklerimi karşılıyordu.
Ona her ne kadar sırnaşsam da tavrı hala aynıydı. Uzak, mesafeli ve düşünceli; söylediğim gibi bana güvenmeyen. Güveni olmadığını ve bunu neden söylediğimi anlamak için bana yanaşmayan. Beni özlese de, çok sevse de, dayanamasa da bu tavırlarıma bir karşılık vermesi gerektiğini bildiği için.
Yine o içeride, televizyonun olduğu büyük salondaydı; ben Doruk'la yataktaydım. Oğlumun başına öpücükler kondurarak beraber Pepee izliyordum. O da emziğiyle uykuya daldı dalacak gibiydi. Gözümün içine bakıyordu ara ara mağrur bir bakışla. Kaç gündür babasıyla aynı yerde uyumamıştı, babası doğru düzgün ilgilenmiyordu, üçümüz yan yana geziyorduk sadece. Bana ihtiyacı olduğu gibi, beni hissettiği gibi babasına da ihtiyacı vardı ve hissediyordu babasını; ama Doğu öyle bir adamdı ki benimle kötü olunca Doruk'la da kötü oluyordu. Benimle kötü olunca içinden gelmiyordu Doruk'u sevmek, ilgi göstermek, ilgilenmek.
Ya da ben çok paranoyak ve derin düşünen birisi olduğum için mi bu çıkarımları yapıyordum? Çok mu abartıyordum Doğu'nun tavırlarını? Bilmiyordum. Bildiğim tek şey Doruk'un gözündeki bu mağrur ifadeyi görmenin beni çok üzdüğüydü. Doğu Doruk'la çok ilgilensin, Doruk hem anne sevgisi hem baba sevgisini doya doya alsın, öyle büyüsün istiyordum. Sevgi dolu, çok sevilen bir çocuk olmasını istiyordum annesi olarak. Çünkü benim sevgisizliğim buradan geliyordu: Anne ve baba sevgisinin, ilgisinin eksikliğinden.
Gözlerim doluyordu Doğu'nun yanımıza gelmemesine. Ama ağlamadım. Burnumu çektim, yutkundum, tableti kapattım ve uzandığım yerde toparlanarak Doruk'u kucağıma aldım. Uyutmak için emzirdim ve salladım. Saçlarını sağa doğru yatırırken gözümün içine bakıyordu, ben de onun gözünün içine baktım. "Ne bakıyorsun öyle oğlum?" diye sordum ona. "Uyu hadi."
Göğsümde uyuyakaldı. Ben de yavaşça beşiğine koydum.
Yavaş adımlarla ilerleyerek aynanın karşısına geldim, kendimi düzelttim, içerden vişneli dudak nemlendiricimi sürüp vanilyalı parfümümü sıktım. Telefonumu alıp Doğu'nun olduğu salona doğru adımladım.
Karanlıkta oturuyordu, telefonu kulağındaydı, üstünü değiştirmemişti; pantolonu, sweatshirtü ve saati üstünde duruyordu. Ona doğru adımlayan bana baktı.
Telefondakini dinlerken dizine oturdum ve başımı göğsüne yasladım, elimi de göğsüne koydum. Seni çok özledim. Dudaklarını alnıma bastırmanı. Beni isteyerek öpmeni. Gözümün içine aşkla bakmanı. Sıkıca sarılmanı. Birtanem demeni. Senin birtanen olmayı. Çok özledim.