Dedesinin evine geldiğimizde derin bir nefes alıp vererek arabadan indim.
Önce gidip Feyzullah Dede'nin elini öptük, sonra Birgül Babaanne'nin. Kahvaltıda bizden başka kimse yoktu. Ailenin hiçbir üyesi. Sadece ben, Doğu, Doruk, babaanne ve dede. Oturup sohbet muhabbet ederek kahvaltımızı ettik. Onlar da garip bir şekilde bana iyi ve samimi davrandılar; çok şaşırdım. Çünkü Feyzullah Dede zorluyordu Doğu'yu Büşra'yı kuma alması için. Ama Birgül Babaanne kendi halinde bir kadındı; sevimli ve güleryüzlüydü, sessizdi, etliye sütlüye karışmayan bir yapısı olduğu belliydi. Bembeyaz bir yüzü vardı. Nur saçılıyordu kadından.
Doruk'u kucağına aldığı an bir sürü dua okuyup eline yüzüne sürdü. Bana da çok güzel olduğumu söyledi, maşallah dedi, teşekkür ettim. Siz de çok güzelsiniz dedim. Doruk'a biraz babaanne de yedirip içirdi.
Kahvaltıdan kalktık ve Doğu bana evi, çevreyi gezdirmeye başladı. Yan yana dikilmiş dört bina şeklinde kocaman bir ev ve bahçeydi. Ucu görünüyor, sonu görünmüyordu; yürüdükçe yürüdük.
Doğu'ya "Bu binalar niye yan yana dikili Doğu?" diye sordum. "Kim yaşıyor buralarda?"
Eliyle ilk ve köşede kalmış binayı işaret etti. "Şurası Nihat'ın evi birtanem." dedi. "Ölen halamın oğlu. Yanındakinde amcamlar ya da babamlar kalıyor bazen, hepsinin ayrı odası var. Ortadaki dedemle babaannemin. En sondaki de müştemilat."
"Senin halan mı vardı?" diye sordum. "Hiç söylememiştin."
"On sene önce falan öldü birtanem."
"Neden öldü?"
"Kalp krizi."
Duyduğum şey beni yine korkuttu. İster istemez söyledim bunu ona, "Sizin aile de maşallah." dedim. "Her hastalık var. Allah korusun. Çok iyi bakman gerekiyor kendine."
Yürürken yanağımdan bir makas aldı. "Sen bana çok iyi bakıyorsun ya birtanem işte." dedi. "Sen varsın. Sana güveniyorum ben."
"Senin de kendin için bir şeyler yapman gerekiyor ama Doğu." dedim ben de. "Bir oturuşta altı dilim baklava yememen gerekiyor mesela."
Söylediğimi duymamazlıktan gelip sağa sola baktı; ağaçlara, kuşlara falan. Ama ben bundan sonra daha düzenli, daha dengeli bir yeme düzeni kurma kararı almıştım. Hem onun, hem Doruk'un, hem kendi sağlığım için.
Bana kendi köyünü gezdirdi biraz. Çorak topraklar, kupkuru kör arazilerdi; hiçbir albenisi yoktu. Güzel bir yer değildi Yozgat. Griydi, çok soğuktu, toprağı sarımsı renkteydi. Ama Doğu burayı öyle bir seviyor ve kendi memleketi, doğup büyüdüğü yer diye ballandırarak anlatıyordu ki gören tropikal bir şehir zannederdi. Ağaçların verdiği meyvelerin lezzetini, yağan yağmuru, toprağın verimliliğini, insanının düzgün ve sıcakkanlı olmasından bahsedip duruyordu. Halbuki doğru düzgün ağaç bile yoktu, yağmur yağmıyordu sadece soğuktu, toprak yoktu hiçbir işe yaramayan sarı otlar vardı, insanları da bok gibiydi. Tam bir İç Anadolu çölüydü Yozgat. Özellikle Doğu'nun babasının köyü daha sıkıcıydı.
Bana "Küçükken şu ağaçların orada oyun oynardık birtanem." diye bir yeri işaret etti. Baktığımda tek bir ağaç olduğunu, devamının sarımsı ot olduğunu gördüm. "Kiraz ağacı. Yaz aylarında gelirdik ya. Hep o ağaçtan meyve çalardık."
"Buraya sadece yazın mı geliyordunuz?" diye sordum. "Yozgat'a yani."
"Bayramlarda gelirdik. Kış tatilinde de bir hafta falan." Duraksadı. "Ama yaz olduğunda temelli gelirdik. 14-15 yaşıma kadar."
"Sonra? Nereye gittiniz?"
"Annemle babam buraya gelmeye devam etti." diye anlattı. "Ama ben büyüdüğüm için Ege'ye, Akdeniz'e tatile gidiyordum Güney'le."