Uzun süredir kendime aynı cümleleri söyleyip duruyordum: Kontrol edemediğin hiçbir şeyi kontrol etmek için çabalama artık, yapamadığın şeyleri yapmak için kendi sınırlarını zorlama, değiştiremeyeceğin şeyler için üzülüp durma, her şeye bir anlam yükleme, olmayacak şeylerin beklentisine girme, aynı yere dönmek için bu çemberde sağa sola koşup durma.
Her şeyin farkında olup elimizden hiçbir şeyin gelmediği durumların içinde hepimiz defalarca bulunmuşuzdur. Değiştirmek istediğimiz durumlar vardır hayatta, yapamayız. Ben kendimle alakalı ne değiştirmek istiyorum? Bu çocuğu kesinlikle doğurmak istiyorum, benimle olsun, onu sonsuza kadar sevip sahip çıkmak istiyorum. İçime o annelik duygusu ve içgüdüsü çoktan yerleşti. Doğu'yu istiyor muyum? O oğluma babalık yapmak zorunda, oğlum yarım kalan hislerle yaşayamaz. Yaşamasın. Benim yaşadıklarımı yaşamasın. Doğu'nun ailesini, özellikle annesini istemiyorum. Doğu'nun düşmanlarını istemiyorum. Doğu'nun sürekli dönen dolaplarını ve sırlarını istemiyorum. Bu çocuk, ben, Doğu; küçük bir dünyanın içinde mutlu bir şekilde yaşayıp gidelim istiyorum. Çok mu şey istiyorum? Çok mu şey istiyorum ki asla izin verilmiyor ve verilmeyecek bu duruma?
Doğu birkaç hafta önce bana 'gidelim buralardan' dediğinde, o korkunç rüyayı gördüğünde, beni hiç kimseyle görüştürüp evden çıkarmak istemediğinde haklıydı. Haklıydı çünkü içine bu his doğmuştu. Yeni yeni toparlanan her şeyin mahvolacağı ve karanlık bir kuyuya düşeceğimizi fark etmişti. Ama bazen fark etsek de, içimize doğsa da, birisi gelip direkt söylese de olacakların önüne geçemiyoruz. Yaşanması gereken yaşanıyor. Kaderimizde olan yaşanıyor.
Bana da öyle olmuştu işte.
Şu an Giresun'da-yolum buralara nasıl düşmüştü bilmiyorum-, Batuhan'ın üvey dedesinin evinde, sonu görünmeyen Karadeniz Denizinin uzandığı pencerenin önünde, soğuk bir odada, ısınmaya çalıştığım bir yatakta uzanıyordum. Batuhan üzerime kapıyı kilitlemişti ve Kerem Arslan da içerideydi.
Şubat ayının başındaydık. Dışarıda dondurucu bir soğuk vardı. Kış ayı Giresun'da karlı bir şekilde dolu dolu yaşanıyordu. Denizi izlerken üstünde yaprak olmayan fındık, kızılağaç, akçaağaç, kayın, gürgen, meşe ağaçları vardı. Her taraf ağaçtı ve doğası güzeldi. Benim de burada olduğum süre boyunca yaptığım tek şey uzun uzun bu manzarayı izlemek, olanları düşünmek ve ağlamaktı.
Buraya geleli yaklaşık bir, bir buçuk hafta olmuştu. Ya da iki miydi? Zaman kavramını tüketmiş ve yitirmiştim. Bilmiyordum. Bildiğim tek şey ağlamaktan artık gözümde ağlayacak yaş kalmadığı, üzülmekten yüreğimde artık üzülecek bir yer bulunmadığıydı. Günler uyuyup uyandıkça akıp geçiyor ve öylesine yaşıyordum işte.
Buraya nasıl gelmiştim? Kendi isteğimle. Kaçırılmamıştım. Kerem Arslan ya da Batuhan beni kaçırmamıştı. Sadece Kerem Arslan'ın elinde tuttuğu o tablette bana izlettiği görüntü ve devamında söylediği cümleler zihnimin ve yüreğimin içinde dolanmıştı. Ağlamaktan konuşamamıştım, manipüle edilmiştim, yönlendirilmiştim, sonra kendimi burada bulmuştum. Doğu'nun yanına gitmenin çare olacağını düşündüm ama Doğu daha büyük bir girdaptı. Yanına yaklaştıkça kara deliğin içine çekiyor ve en sonunda yok ediyordu.
Doğu beni yok etmiş ve yitirmişti tamamen.
Kerem Arslan bana öyle bir video izletmiş ve yüreğimin ısındığı Doğu'yu yeniden yüreğimde öyle bir buz kütlesine sarmıştı ki bundan sonra hiçbir şey bilmiyordum.
İzlediğim videoda Doğu bir adama zarar veriyordu.
Ama normal bir şekilde değil. Zulmediyordu.