Part Nine- For You

5.5K 281 27
                                    


Yazardan;

David Brooks, gerçekten de otoriter bir adamdı. Önündeki yetkili olduğunu düşündüğü adamın yakalarını tuttuğunda, odadaki herkesin düşüncesi aynı yola çıkıyordu. "Blake Thompson nerede? Bunu son kez soracağım." dedi sert bir sesle.

Karşısındaki adam abartılı bir şekilde yutkundu ve bir şeyler yapmaya niyeti yokmuş gibi gözüken arkadaşlarına kaçamak bir bakış attı. Onlar da David Brooks'dan çekiniyorlardı, elbette. Bu yüzden geride ve sessiz kalmayı yeğlemişlerdi. Akıllıca olanı da buydu; Bay Brooks'un dostu olmayı tercih etmeliydiniz, düşmanı değil. Çünkü yoluna çıkanı ezer geçerdi. Asla da dönüp arkasına bakmazdı.

"B-bilmiyorum." diye kekeledi zavallı adam, alnında ter damlacıkları birikmişti. David Brooks soğuk bir gülümsemeyle içini çekti. "O zaman zor yolu deneyeceğiz."

Birden yüzünde patlayan yumrukla geriye doğru savruldu görevli, düşmemek için masanın kenarına tutundu ve şok içinde Brooks'a baktı. "Bay Brooks..."

"Ya hemen söylersin," derken oldukça soğukkanlı bir şekilde yürümeye başladı David Brooks, "Ya da bir daha asla güneşin doğuşunu göremezsin."

Adam tir tir titriyordu şimdi. Başka çaresi kalmamıştı. "Tamam. T-tamam söyleyeceğim." dedi ellerini kaldırarak. Brooks gülümsedi. "Ben de öyle tahmin etmiştim."

⚡️⚡️⚡️

Lexi'den;

Önüme koyulan sulu yemekten isteksizce birkaç kaşık aldıktan sonra tabağı ittirdim. İştahım yoktu, nasıl olabilirdi ki? Ayağa kalkıp pencereden dışarı baktım. Adler oralarda bir yerlerde ölümle boğuşuyordu ve benden normal davranmam bekleniyordu. Bu imkansızdı.

Gözlerim dolunca dudaklarımı birbirine bastırdım. Babam araştırma yapmak için gideli tam iki buçuk saat geçmişti. Yoksa başaramayacak mıydı? Adler'in yerini bulamayacak mıydı? Bu ihtimali derhal aklımdan sildim, çünkü oldukça dehşet vericiydi.

Yoksa yerini öğrensek de ancak cesedini mi bulabilecektik? Onu cansız bir şekilde yatarken hayal etmek kalbimi parçalara ayırmıştı. Ölüm ona yakışmazdı. Gülmek yakışırdı, kahkaha atmak yakışırdı, somurtmak bile yakışırdı ama ölüm yakışmazdı.

Ne zaman ağlamaya başladığımı bilmiyordum bile, kendime küfredip gözyaşlarımı sildim. Son zamanlarda iyice sulugöz olmuştum. Anne babamın boşanmasına bile soğukkanlı bir şekilde yaklaşan ben, bir ajan için ağlıyordum.

İç sesim buna şiddetle karşı çıktı.

O sadece 'bir ajan' değil. O, Adler.

Gözlerimi kapatıp alnımı ılık cama yasladım. Artık hiçbir şeyden emin değildim. Kendimden bile.

İçinde bulunduğum odanın kapısı sertçe açıldığında irkilip döndüm. Babamdı. Göz göze geldiğimizde yanıma yürüdü. Kollarımı sıkıca kavradıktan sonra çenesini kaldırdı ve kocaman sırıttı. "Artık Adler'i nerede tuttuklarını biliyorum Lexi."

⚡️⚡️⚡️

Adler'den;

Lexi... Amerika'daki tek müttefikim.

Niye bilmiyordum, ama uyuyabildiğim o kısacık zaman dilimindeki tek rüyamda, sanki görebilecek başka biri kalmamış gibi onu görmüştüm.

Kocaman bir şelalenin yanındaki huzurlu ormanlık alandaydık beraber. Elimde bir kamera vardı ve onu video kaydına alıyordum. Saçları rüzgarla savrulurken kendi etrafında dönüyordu, gülücükler saçıyordu güzel yüzü, bana bakarken aydınlanıyordu bakışları, sonra kollarını açıp bana doğru yürüyordu, kamerayı yere bırakıyor ve onu kollarımın arasına alıyordum. Dudaklarımız birleşince tutkuyla öpüşüyorduk, elleri yanaklarımda, saçlarımda geziniyordu ve ben bu durumdan öylesine hoşnuttum ki, sanki... sanki şu kimse bana dokunamaz algılarımı yıkmıştı.

the AGENTHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin