Adler'den;Üzerime boşaltılan bir kova dolusu buzlu suyla uyandığımda, ağzımdan çıkan şaşkınlık küfrüne engel olamadım. "Günaydın Hartmann!" diye çığırdı Thompson önüme geçmiş, elindeki kovayı sallayarak sırıtırken. Öfkeyle homurdanarak alnıma yapışmış ıslak saçlardan kurtulmak için başımı geri attım.
"Kolların uyuşmuş olmalı, sonuçta saatlerdir bağlısın." dedi ve dudaklarını büzerek vücudumu süzdü. Boynumu sağa sola yatırıp rahatlatmaya çalışırken gözlerimi devirdim. "Sana ne bundan?" Thompson kovayı fırlatıp arkasını döndükten sonra yanında getirdiği işkence aletlerini incelemeye başladı. "Bugün sana neler yapacağımı merak ediyor musun ajan?"
Umursamazca dilimi şaklattım. "Hayır, etmiyorum. Hem de hiç."
Verdiğim cevaba karşılık elinde sıktığı demir çubukla bana döndü. "Bununla bile mi?"
"Onunla bile. Sadece kes sesini ve işine bak Thompson." dediğimde kendi kendine gülerek bir kibrit çıkardı, ardından önündeki şöminedeki odunların üzerine fırlattı. Başımı eğdim ve sesli bir şekilde burnumdan nefes verdim, ne yapacağını anlamıştım. Ve bunu yaptığında, kesinlikle sona gelmiş olacaktık.
Eline kalın eldivenler geçirdikten ve demir çubuğu ateşe tutmaya başladıktan sonra, odada amaçsızca bekleyen iki askere bir baş işaretiyle yalnızca birkaç saat dinlenebilmiş olan ayak bileklerimi yeniden bağlamalarını işaret etti. Askerler de bu emri yerine getirmek için yaklaştılar, büyük ihtimalle güçten düştüğümü düşündükleri için oldukça dikkatsizlerdi, ben de elime geçen tek fırsatı değerlendirip atağa geçtim.
Kollarımdaki zincirlerden güç alarak zıpladım ve neye uğradığını şaşırmış askerlerden daha genç görüneninin göğsüne tekmeyi geçirdim. Adam arkaya doğru uçup duvara çarpınca, Thompson dönüp "Neler oluyor?!" diye bağırdı ve olanları görünce öylece kalakaldı. Diğer askerin de eli ayağına dolaşmıştı, açık ağzıyla yüzüme bakıyordu. Bu adam için daha iyi bir planım vardı, zaman kaybetmeden zincirleri kollarıma dolayıp ayaklarımı tekrar yerden kestim ve kaçmasına izin vermeden bedenini bacaklarımın arasına çekip çığlıklarını umursamadan kafasını defalarca kez bağlı olduğum platforma çarptırdım.
Sonunda çığlıkları dindiğinde ve kana bulanmış kumral saçlarıyla kayıp yere düştüğünde, kesinlikle canlı gibi görünmüyordu. Thompson ise öylece bana bakıyordu, transa geçmiş gibiydi. "Ha siktir." diye fısıldadığında gülmeye başladım. "Beni fazla hafife alıyorsun Thompson."
Yeniden gülümsemeye başlayabildiğinde, ki bu oldukça uzun sürmüştü, bana doğru birkaç adım attı. "Seni hiç hafife almadım. Potansiyelinin her zaman farkındaydım Adler. Sen..." Yerdeki adamlarını işaret etti, "Onlar gibi değilsin. Daha güçlü, daha çevik, daha donanımlı ve daha zekisin." Konuşurken gri gözlerini benimkilere dikmişti, bu şekilde etkileyici olduğunu mu düşünüyordu? "Bak Hartmann," dedi ardından. "Benim için çalışmanı her şeyden çok isterim. Sağ kolum olursun. İstediğin kadar yükselmende sana yardımcı olurum. Mantıklı ol, her şeyi verebilirim sana. Para, kadınlar, evler... ne istersen."
Zekice olduğunu düşündüğü teklifine kahkahalarla gülmemek için kendimi zor tuttum. Söylediği şeylerin hepsine sahiptim zaten. Neredeyse milyarderdim, tek bakışla tavlayamayacağım kadın yoktu ve Almanya'nın hemen hemen her şehrinde ve başka ülkelerde lüks evlerim vardı. Ah, bu adam zeki görünmeye çalışan bir morondu.
"Nesin sen, lamba cini mi?" dedim alaylı bir ses tonu kullanmaya gayret ederek. Her zamanki iğrenç sırıtışıyla omuz silkti. "Değilim ama senin için olabilirim. Bu teklifimi bir düşün derim."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
the AGENT
Romance"Sen benim tek bağımlılığımsın Adler. Birden oluşmuş, kurtulması imkansız hale gelmiş bir bağımlılık bu. Evet, çekici olduğun kadar tehlikelisin de, bunu çok iyi biliyorum ama sensiz yapamıyorum, yaşamak, nefes almak için dahi varlığına ihtiyaç duyu...