Merhaba!!! Ben Asena. İşte yeniden karşınızdayım. Ne kadar uzun zaman geçmiş. Yeni uyandım. Geçmiş olsun dilekleriniz için gerçekten çok teşekkür ederim. Şimdi gerçekten iyiyim ama hala hastanedeyim ve telefon kullanmama izin verilmiyor. Az önce arkadaşım Sedef çok sıkıldığımı bildiğinde gizlice telefonumu getirdi. Ben de beklediğinizi düşünerek hemen bir yeni bölüm yazdım.
Bir süre daha çok sık bölüm yazamayacağım çünkü dediğim gibi telefon kullanamıyorum. Ancak Sedef'in bana telefonumu getirdiği zamanlarda size bölüm yazmaya çalışacağım. Teşekkürler... :D
-Asena YALÇIN
Caroline Mikaelson;
"Sanırım artık vedalaşma zamanı..." Dedim küçük bir gülümsemeyle. Bir günüm onunla geçmişti.Bir motelde kalmıştık ve ben de ona kendi hikayemin tamamını anlatmıştım.
Onunla geçirdiğim her dakika ne kadar değiştiğini anlamama bir az daha yardımcı olmuştu ve onunla geçirdiğim bu kısıtlı zaman bana yetmişti.
En azından artık hayatını kurtarmayı başardığımı biliyordum. Onu bir daha görür müydüm bilmiyordum. Şu an tek istediğim şey Klaus'a kavuşamktı. 99 yıl bir beraberlikten sonra bu kısa ayrılık bile bir ömür gibi gelmişti.
"Demek gidiyorsun?" Dedi yıllar sonra tanıdık bir yüz görmenin ama şimdi yeniden kaybetmenin hayal kırıklığıyla.
"Evet." Dedim. "Zaten sadece kontrol etmeye gelmiştim. Nasıl olduğunu görmek istemiştim. Artık aileme dönmeliyim." Bunu sanki bahçede oyun oynamaya saldığım bir çocuğu kontrol etmeye gelmiş ve şimdi bir kaç saat daha oynaması için onu bırakıyormuş gibi söylemiştim. Ama bu onu kırmamıştı. Artık kırılmıyordu. Duygularını kapatmadan kırılmamanın yegane yolunu bulmuştu Katerina. O kalbini kapatmıştı. Taşa dönüştürmüştü. Kırılmamayı öğrenmişti.
"Doğru." Dedi alaycı bir sesle "Görüşmek üzere Caroline Mikaelson." Doğrudan gözlerimin içine baktı. Hiç gözlerini kaçırmadı. Sert bakışları altında ezmeye çalıştı beni. Ama o kırılmamayı nasıl öğrendiyse ben de ezilmemeyi öğrenmiştim.
"Görüşmek üzere Katherine Pierce." Dedim. Akşamdan hazırladığım çantamı aldım ve kapıya yöneldim.
Sarılmadık. Vedalaşmadık. Sadece son bir kez kahverengi, kinle parlayan gözlerine baktım. Katerina değildi artık o. Tamamen değişmişti.
Ve çıktım. Kapıyı arkamdan çektim. Topuklarımın tıkırtısı eşliğinde eski motelin tahta merdivenlerden indim ve ana yola çıktım.
Siyah bir taksi kaldırımın üstüne park etmişti. Arka kapısını açtım, içinebindim. "New Orleans'a." Dedim küçük bir gülümsemeyle. Evime.
Motele son bir kez dönüp bakmadım bile, taksi ilerledi ve ben yolları izledim. New Orleans'a giden o boş yolları.
*
New Orleans; Fransız Mahallesi'nin eskiteme, dip dibe binaları görülmeye başlayaınca içimi bir heyecan kapladı. Sonunda ailemin yanına gidiyordum. Belki de hiç ayrılmamalıydım onlardan. Klaus beni beklediğinden erken gördüğünde ne kadar mutlu olacaktı kim bilir...
Neler yapmışlardı acaba ben yokken? Sahi şu operaya gitmişler miydi? Dün akşam mıydı? Önceki akşam mı? Ne kadar uğraşmıştım o opera için. Nasıl yapmıştım ben bunu kendime? Nasıl olmuştu da ailemle o güzel operayı izlemek yerine Katerina, pardon Katharine'in yanına gitmeyi seçmiştim?
Taksi opera binasının olması gereken yerden geçerken o heybetli binayı görmek için istemsizce başımı çevirdim. Bir an yanlış yere baktığımı sandım. Etrafıma bir az bakındım. Burasıydı. Burada olmalıydı. Gözlerimi kapayıp açtım:
Binanın yerinde hala bir çok yıkıntı ve kül vardı. Bina yanmıştı. Ne olmuştu? Bu olurken Klaus içinde miydi? Rebekah, Elijah veya geriye kalan tek oğlum Marcellus?
"Daha hızlı lütfen." Dedim taksiciye. Sesim hayatımda hiç olmadığı kadar titrek çıkmıştı şimdi. Ellerim titriyordu.
Araba yapabildiği kadar hız yaptı ama bu bile bana yavaş gidiyordu. Onlara neler olmuş olabildiğini düşündükçe bir az daha yavaşlıyor araba yerine bir kaplumbağa geliyordu.
Kalbim sıkışıyordu. Nefesim boğazımda tıkınıp kalıyordu. İçimde bir sıcaklık yükseliyordu. Sanki ölmüştüm ve işlediğim her suç için bir az daha yanıyordum cehennemde. Sanki kalbime bir kazık saplanmıştı. Ölüyordum.
Taksinin köşkümüzün önünde durması belki de bir kaç dakika almıştı ama bana sanki ömrümden bir kaç asır daha geçmiş gibi gelmişti. Titreyen elimle taksiciye yüklü miktar bir verdim ve çantamı kaptığım gibi arabadan inip koşmaya başladım.
Taksicinin beni o vampir hızıyla koşarken görmesini umursamadan koştum ve saniyeler içinde nöbetçilerin beklediği bahçenin görkemli demir kapısının önünde durdum. "Açın kapıları." Diye emrettim. Adam kıpırdamadı.
"Artık senden emir almıyoruz kraliçe." Dedi kapıdaki vampirlerden biri. Şaşkın şaşkın onlara baktım. Her saniye bir az daha yandım. Aynı onların yanmış olabileceği gibi yandım. Yangından daha kötü bir şey mi vardı ortada yoksa? Klaus'un ölmesine neden olmuş bir şey?
"Ne oldu burada?" Diye sordum az öncekinden bile daha titrek bir sesle. "Artık kimseden emir almıyoruz kraliçem. Artık biz özgürüz. Sadece evimizi korumak için buradayız." Onlara yaşlı gözlerimle baktım. Klaus dönüştürmüştü onları. Aralarında bir efendilik bağı olmalıydı. Ne demek özgürlerdi?
"Mikaelsonların devri bitti." Dedi diğer nöbetçi "Mikaelsonlar şehri terk etti. Klaus Mikaelson giderken bizi serbest bıraktı."
"Sizi arıyorlar kraliçem." Dedi diğeri. "Koşun." Koştum. Nereye gittiğimi biliyordu Rebekah. Mutlaka söylemişti onlara. Beni arıyorlardı. Mystic Falls'ta beni arıyorlardı.
Yetişmeliydim. Onlardan bir kaç asır daha ayrı kalamazdım. Yetişmeliydim.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
GEÇMİŞİN GÖLGESİNDE (Klaroline)
FanfictionAsırlar boyu süren, dur durak bilmeyen, kanlı bir aşk hikayesi... KLAROLİNE