Aslında daha uzun yazacaktım ama dışarı çıkmam gerekiyor. Ve eğer şimdi yayınlamazsam gelecek hafta sonuna kadar yayınlayamam. Bu yüzden yine kısa bir bölüm oldu. Umarım beğenirsiniz.
İyi okumalar...
-------------------------------------------Günler geçti. Çok uzun, bitmek bilmeyen günler. Ama Marcellus gelmedi.
O geldikten sonra bir umudum olmuştu. Buradan çıkabilmek için bir umut. Ama gün geçtikçe umudum soluyordu. O gelmeyecekti.
Ya başına bir şey gelmiş, ya gelmekten vazgeçmiş ya da Klaus öğrenip ona engel olmuştu.
Klaus geldiği günler bana bununla ilgili pek bir şey söylemiyordu. Gerçi artık konuşmuyorduk bile.
Bana demirlerin arasından küçük bir barsak kan uzatıyor ve onunla gidip gitmeyeceğimi soruyordu. Artık ona cevap bile vermiyordum. Yatağımı uzanıp yüzümü duvara dönüyor ve o gidene kadar öylece bekliyordum.
O çıktıktan sonra yeniden kalkıyor odanın içinde boş boş geziniyor, Kol'un tabutuyla konuşuyor ve uykumun gelmesini bekliyordum.
Artık sadece kriz geçirdiğim anlarda değil, her an kendime saplayacak bir kazık arıyordum. Bulsam hiç düşünmeden saplar acıma son verirdim ve arkamda bıraktıklarım umrumda bile olmazdı. Çünkü içimdeki bu büyük boşluk katlanılmazdı. Gün geçtikçe daha da büyüyen bir kara delik gibi her şeyi içine çekiyordu. Beni tam anlamıyla bir ölüye çeviriyordu.
Ayrıca anılarımı da hatırlamıyordum. Arkamda bırakacaklarımın umrumda olması için hiç bir neden yoktu. Çünkü insanları sevmeni sağlayan şey anılardı. Onlar olmadan sadece boş isimler ve yüzler.
Ama lanet olası tek bir kazık bile yoktu odada. Verdiği kanları içmeyip kuruyarak ölmeyi denemiştim ama bu birden bire işe yaramıyordu. Yavaş yavaş ölüyordum ve Klaus'un bumu fark edip engellemesi uzun sürmemişti. Yüzüğüm olmadığı için küçük camın önüne geçip yanarak ölmeyi denemiştim ama o da bir işe yaramamıştı. O pencereden çıkan ışık sadece elime yetiyordu.
Artık sadece ölümü düşünüyordum. Ne kadar huzurlu olacağını düşünüyordum. Ve artık zamanımın geldiğini. Ölmem gerektiğini. Ama yapamıyordum.
Yine ölümü düşündüğüm o anlarsan birinde kapı açıldı. Ayak sesleri tanıdıktı ama Klaus'un kiler değildi. Daha minklerdi.
"Marcellus!" Diye bağırarak ayağa fırladım. "Buradayım Caroline." Dedi ve adımlarını hızlandırarak yanıma geldi.
Elindeki anahtarları gördüğümde tüm yüzümü bir gülümseme kapladı. "Beni kurtarmaktan vazgeçtiğini sandım." Dedim neşeyle. O ise sadece gözlerime bakıyordu.
"Klaus'un anlattığı ışık bu olmalı." Dedi gülümseyerek. Bu benim yüzümdeki gülümsemeyi bir az daha büyütürken "Ayrıca seni kurtarmaktan hiç vazgeçmedim. Anahtarları almak bir az uzun sürdü." Dedi elindeki anahtarları şıngırdatarak.
Gülümseme tüm yüzümü esir alırken "Çabuk ol çıkart beni." Dedim.
Bir kaç anahtar denedikten sonra beni özgür bırakan anahtarı buldu ve kapıyı açtı. Ama hemen dışarı çıkmadım. Kapı önümde açık duruyordu ve özgürlük beni çağırıyordu. Ama bu parmaklıkların dışına adım attığımda beni bir seçim daha bekliyordu. Kalmalı mıydım yoksa gitmeli mi?
"Benim için bir at ayarladın mı?" Diye sordum katı görünmeye çalışarak.
Marcellus'un yüzünde şaşkın bir ifade belirdi "Gidecek misin yani? Kalırsın diye ummuştum." Dedi.
"Gitmeliyim." Dedim katı ifadeyi yüzümden ayırmadan.
Yüzündeki şaşkın ifade korkuya dönüştü. "Lütfen yapma. Klaus... Klaus bunu öğrenirse beni öldürür. Sen onun için fazla değerlisin." Sesi titremeye başlamıştım.
Kafamı eğip yüzüne baktım. Tamamen korku esir almıştı gözlerini. Öldürür müydü gerçekten Klaus onu? Belki de evet.
Gözlerim doldu ve dudaklarım titremeye başladı. Dizlerimi kırıp onun boyuna geldim ve sıkıca sarıldım. En az onunki kadar titrek bir sesle "Ölmene izin veremem." Dedim.
Şaşkınlıktan kollarını bana dolamamıştı. Neden bunu yaptığımı anlamamamış olmalıydı. "Teşekkür ederim." Dedi sadece.
Bunu yapmıştım. Burada kalmayı, esir gibi yaşamayı kabul etmiştim çünkü kendi çocuklarımdan sonra herhangi bir çocuğun ölmesine izin veremezdim.
Ondan ayrıldığımda "Bu taraftan." Dedi heyecanla ve zindandan dışarı doğru koştu.
Ben ise hala yerimden kıpırdamamıştım. Çıkmaya korkuyor gibiydim. Yıllarca böyle yerlerde kalmıştım ve şimdi dışarı çıkmaya korkuyordum.
Kol'un tabutuna baktım. Onu çıkarmayı düşündüm ama hemen vazgeçtim. Kendimi ve Marcellus'u tehlikeye atamazdım.
Derin bir nefes alıp zindanlardan çıktım.
***
Marcellus beni Klaus'un odasına kadar gizlice götürmüştü ve yanımdan ayrılmıştı. Klaus odada olmadığı için bir süre karanlık odada dolandım.
Bu odada en az benim içinde bulunduğum zindan kadar karanlıktı. Klaus'un bir kaç çekmecesini açtım.
İçinden eşyalarını çıkarttım. Giysilerindeki koku birden tüm odayı sardı. Onun kokusuydu bu.
Marcellus ellerimi açtığı için rahatça hareket edebiliyordum artık. Ama bileklerim hala iyileşmemişti. Çok yavaş yavaş yok oluyordu yara izleri.
Klaus'un kokusunu içime çektim. Onca yıldan sonra bile bu kokunun huzur vermesi enteresandı.
Eşyalarını yeniden çekmecelerine yerleştirip odanın en ücra köşesindeki koltuğa oturdum ve beklemeye başladım.
Onun gelmesini beklediğim bir kaç saat yıllar gibiydi. Kendimle çelişip duruyordum. Ondan nefret ediyorum ya da seviyorum. Onu affedeceğim veya affetmeyeceğim. Bunlar gibi bir sürü soruyla çekişip durdum.
Sonunda ayak sesleri duyuldu. Artık Klaus'un ayak seslerini çok iyi biliyordum bu oydu.
Kapı gıcırtıyla açıldı ve o içeri girdi. Titrek mum ışığı odanın içine doğru süzülürken sadece ikimizin bitkin ve solmuş yüzünü aydınlattı.
Koltuktan kalkıp ona doğru bir kaç adım attım ve "Merhaba Klaus." Dedim.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
GEÇMİŞİN GÖLGESİNDE (Klaroline)
FanfictionAsırlar boyu süren, dur durak bilmeyen, kanlı bir aşk hikayesi... KLAROLİNE