Yalın; her konuşulanı bir tiyatro filmindeymişçesine sessizlik ve tam bir teslimiyetle hiç kıpırdamadan izliyordu Karşısındaki bu adam onu canı pahasına kurtarmış ve o bunu yeni öğreniyordu. Ona her zaman bir can borcu olacaktı, biliyordu. Bir gün hafızasına tekrar kavuşursa bu günleri unutmamayı diledi yeniden. Gitme lafı ortaya bir bomba gibi düştüğündeyse; bir tek istediği vardı;
Ne geçmişini, ne eskiyi hatırlamak ne de ayağa kalkabilmek değildi talebi! Tek beklentisi Jadesinin de onunla gelmesiydi... Ruhu, ne olursa olsun onu burada bırakabilme fikrini kabul edemedi. Dünden bu yana yaşadıkları, sabaha kaşı kollarında titremesi, kalbinin zelzelelerini sağ yanında hissetmesi, şah damarına dudaklarını götürüp belli belirsiz de olsa öpmesi... Dudaklarının tadını öğrenmeden, onun toprağında yeşermeden, onunla beraber budanıp yaşlanmadan ölmek ve ondan başka topraklarda çürümek istemediğini fark etmişti.
O gözlerden, o ellerden ve o eşsiz kokudan bir an bile ayrılamayacağını, gönüllü bir mahpusluk gibi ruhunu sarmalayan duygularla karşılaştığı an sanki hissetmişti. Sanki senelerdir tanışıyormuş, fakat bir ömür yaşasa doyamayacağı gibi bir hissiyat hayra alamet miydi? Taze belleğine ilk onu yazmıştı genç adam. Bir bakış, bir ses, bir kokuyla ve dileği de daima onu yazmaktı.
Her an belli belirsiz gülümseyen o dudakların, o gözlerin, onu şifa vermek amacıyla yoğuran ellerin ruhunu sürüklediği bağımlılık, bu kadar erkenden mümkün olabilir miydi..? Belki.
Daha düne kadar arzu sandığı şey, daha da gayrısı olabilir miydi? Neden olmasın?
Göz ucuyla Efsun'u süzerken, onun da düşünceli ve kaygılı bakışlarla kendini süzdüğünü fark etti. Artık gözlerini utansa bile hiç çekmiyordu. Yalın o gözlerde gördükleriyle mıhlanmışçasına esir kalıyordu ve hiç bir ses, hiç bir hareket, bu esareti bozmaya yetmiyordu...
Ne zamandır bu halde olduğunu sorguladı genç adam. Günlerdir etrafında konuşan insanlara yeni yeni kulak verdiğini fark etti. Onun lügatinde gitmek diye bir kelime hiç olmamıştı sanki... Efsun sanki hep onunmuş gibi kendini özgür hissetmişti. Ayağa kalkamadığına, ona özgürce dokunamadığına defalarca kere lanet etmişti. Şu ana kadar tenine, gözlerine, kokusuna meftun olduğu genç kız, gitmek lafı ortaya atıldığından beri çok farklı bir konuma yerleşmişti. Birkaç gün önceki kâbusunu hatırladı biran. Onun sesiyle, onun etrafa saçtığı ışıkla yolunu bulabilmiş, her şeyden onun sayesinde kurtulabilmişti. Karabasanlar üzerine üzerine gelirken ve labirentler birbirine girip duvarlar yükselirken ışığını onunla bulmuştu.
Bedenini kasıp kavuran bir çaresizlik elini kolunu asıl şimdi bağlamıştı. O rüyalar kadar gerçek fakat sanki imkânsızdı...
Herkes kendi halinde birşeyler konuşurken ikisi de onları dinlemiyordu. Dinleseler belki kullanılan her cümle yüreklerine inecek bir balyoz gibi ağır ve bir magma gibi yakıcı olacaktı. Gözleriyle sanki bir köprü kurup, yürekleriyle seslendiler birbirlerine. Dile gelmeseler de anlaştılar. Sessiz bir yemin veriyordu sanki şimdi bakışlar... "Gitsen de senleyim!" der gibi...
Ruhunun kendine haykırdığı sorgular ve istekler, sanki karşısındaki bedende cevap buluyordu. "Seninim!" der gibi...
"Gitsen de beklerim!" der gibi...
Efsun'un acı ile kıpırdanan kirpiklerinin arasında birikmeye başlayan damlalar, ruhunun isyanını akıtacaktı yanaklarından, belliydi... Ellerini uzatmak istedi Yalın... O damlaların yanaklarında değil, teninde can bulmasını ve içindeki yangına akıp söndürmesini içten içe diledi. Ama yapamadı... Eli gitmedi, dokunamadı, uzanamadı hasreti teninde hüküm süren o tene ulaşamadı...Önce utandı, sonra kendi kendini yargıladı. Ona boş yere ümit verdiği için, daha kim olduğunu bile bilmezken arsızca onun gözlerinde boğulduğu için, tutamayacağını bilmeden elleriyle, bakışlarıyla, dudaklarıyla genç kızı ümitlendirecek sözler verdiği için... Sonra kendine acıdı genç adam... Ona her baktığında peşinden akıp giden yüreğine acıdı. Kendini bile bilmezken, bir siren gibi sesiyle büyüleyen bu güzelliğe sadece arzu duyduğunu iddia ederken nasıl da âşık olduğunu fark edemediğine acıdı.
Ve şimdi artık onsuz kalacaktı. Onsuz bir hayatı zinhar istemese de dört koldan bağlıydı. Ona ihanet eden bacakları ve hafızası yüzünden şimdi aşkına sahip çıkamıyor, isteklerini dile getiremiyordu... Bu gerçek çaresizlikti...
Efsun içinse artık herşey daha da zordu. Ayrılık, hiç gelip kurulmamıştı fikrinin tepelerinde... Hâlbuki hiç gidemezmiş gibiydi Yalın, tıpkı avuçlarında masumca tuttuğu bir kuş gibiydi. Kimi kimsesi yokken ona hediye edilendi ama bu sabahın ardından her şey yok oluyordu. Bir sabun köpüğü gibi mutlulukları nasıl da sönüvermişti? Onun gözlerinde gördükleriyle nasıl da acıyordu canı! Yanına gidip diz çökmeyi ve yine bu sabah ki gibi ona sıkıca sarılabilmeyi nasıl da istiyordu!
Elleri acıdı biran... Aylardır ona şifa veren elleri bile sanki ardından ağıt yakıyordu. Yüreğinin ortasından adresi muallak bir lav seli geçti sanki. Kabarcıklarını patlata patlata, alevlerini saça saça... Geçtiği yerleri yakıp kavuruyor, kanırtıyordu. Saç tellerinden ayak uçlarına kadar, tarifi imkânsız bir acı dalgası sarstı bedenini önce, sonra gelip içinde bir yerlere utanmazca oturdu ve "merhaba" deyiverdi sanki. Bu dalgaya anlam bulmak, tarif etmek, imkansızdı..! Tarifi yoktu! Çözümü yoktu! Çaresi yoktu!
Hücrelerinde bir heyelanın vukuu buldu sandı. Birer birer intihar edip yok oldular sanki, geçtikleri her yeri yok ettiler... Bedeni hissettiği acıyla zangırdadı. Arkasından bastıran selle, ruhu bir cenaze gibi yıkandı. Sanki her şey gözlerinde birikip akan gözyaşlarıyla gitti, bitti... Boğazında bir düğüm "sus..." dedi. Genç kız sustu. O an daldığı gözlerin sahibinin de en az kendisi kadar acı çektiğinin farkında bile değildi. Utandı, tam gözyaşları yanaklarından süzülmeden önce, arkasını dönüp ayaklanıp mutfağa kendini zor attı.
Mutfağın soğuk tezgâhına dayarken vücudunu, kalbinin mi yoksa mutfağın mı daha soğuk olduğu hissedemiyordu. O ılık damlalar artık geçit, bent bilmez bir şekilde yuvarlanıp giderlerken gözlerinden; dudaklarından bir kaç utanmaz hıçkırık koptu. Olduğu yere çökerken dizlerine sarıldı. Dişlerini dizlerine gömüp hıçkırıklarını susturmaya çalıştı. Sırtı her hıçkırışında sallanıyor, bedeni ayrılığın acısıyla titriyordu.
Onsuz kalmak istemiyordu!
Hangisi daha acıydı? Ölmek mi, ayrılık mı?
Ruhu bedeniyle sanki kavga ediyor, biran önce bu kapalı kaldığı beldeyi terk etmek istiyordu. Ve şimdi daha iyi anlıyordu Efsun ayrılığın ölümden bile beter olduğunu...
Okuduğu her roman, her şiir, artık daha bir anlamlanıyordu...
Mecnun'u, Ferhat'ı daha iyi anlıyordu...
Leyla oldu biranda çöllerde kaldı sanki, sonra Şirin olup Ferhat'ına hasret kaldı.
Onca hikâyenin içerisinden tek mutlu sonla biteni seçti genç kız: Yusuf ile Züleyha'yı...
Ruhu imkansızlığı yaşarken, kaderin imkan yaratmış olmasını diledi...
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Hasret (Yayında!)
General Fiction"İnsan bazen attığı adımlarla kaderine koşuyormuş tazem... Ben onunla evlenirken sana koştuğumu bilemezdim... Onunla karşılıklı susuşurken, farklı bir kimliğe bürünürken, koca olurken, baba olurken sana yatırım yaptığımı bilemezdim... Kader ağları...