"6 Ay sonra..."
Uzaktan Ege'yi izliyordu Efsun... Yine aylardır vakit geçirdiği yerdeydi. Büyük portakal bahçesinin denize nazır kayalıklarının kuytularındaydı. Elbisesinin eteklerini bacaklarının arasına sokuşturmuş, esen rüzgârın havalandırmasını önlemeye çalışıyordu. Esen yel güzel sarı saçlarını yalayıp geçiyordu. Kulaklarına uzakta bir teknenin yelkeninin kırbaç gibi şaklayışının sesi geliyordu. Gökyüzü parçalı bulutlu belli ki yağmur geliyordu. Uzaklarda gökyüzünde balıklar oynaşıyor, rüzgârlar ıslak toprak kokusunu taşıyordu...
Efsun aylardır bu yağmurlara alışmıştı. Güneş önce tüm yakıcı sıcaklığıyla insanı canından bezdiriyor, sonrasında bir anda ortaya çıkan bulutlarla ferahlatıyordu. Bazen derin bir nefes alıyordu gökyüzü, bazense ağlıyordu... Yakıp kavurarak isyan ettiriyor lakin biranda şömineleri yaktırıyordu.
Hava durumu tıpkı Efsun'u yansıtıyordu. Aylardır bir gülümsüyor, sonra bir an ne olduğunu anlayamadan histerik gözyaşlarına boğuluyordu. Herkes birşeyler soruyor ama o verecek cevap bulamıyordu. Sanki sözcükler bitmişti! Artık gizlemekten de gizlenmekten de yorulmuştu!
Gözünün görebildiği tüm kayalıklar sanki yüreğine çöreklenmiş gibi hissediyordu. Tüm dağlar sanki göğüs kafesine oturmuştu. Damarlarından kan yerine acı akıyordu. Ciğerleri yüreğinin baskısıyla daralıyor, sebepsiz boğuluyordu. Sanki gözlerinden ardı arkası tükenmeyen okyanuslar akıyordu... Gözlerinin kıyısında bir damla yaş hep hazır bekliyordu.
Nefesi... Her nefesi "Özledim..." diye fısıldıyordu. Nerede kalmıştı o cahil genç kız? Bu büyüyen, büyürken kendini kaybeden, küllerinden doğduğu söylenen de kimdi? Bir insan kendine en fazla ne kadar yabancılaşabilirdi? Bir insan nasıl her soluğunda intiharın kıyılarında dolaşabilirdi?
Özlemek...
Özlemle yanmak...
Özlemle kavrulmak ve yok olmak..!
Her gün eriyen ruhu değildi sadece, beraberinde umutları da yanıyordu. Ona sunulan tüm imkânlara kör, sağır, dilsiz kalıyordu. Dudakları hasbelkader ne zaman kıvrılsa bunu bile kendine çok görmeye başlıyordu.
Kirlenen sadece umutları mıydı?
O günden hatıra: kirlenen teni, hayalleri ve masumiyeti değil miydi? Kulağına fısıldanan tesellileri ruhuna soruyordu genç kız. Artık 18'di... Artık daha yaşlıydı... Artık daha kirliydi! Eskiydi! Ali'nin hatırası bir an bile gözlerinin önünden gitmezken, Yalın'ın yüzünü unutmaya yüz tutmuşken, etrafındaki herşey değişirken Efsun defalarca kendini kaybetmişti...
Bir insan ruhu bedenindeyken nasıl kendini kaybedebilir, kendine yabancılaşabilirdi? Bir gün! Tek bir gün, birkaç saat bir ömür izlerini silemeyeceği çentikler atarken ruhunda; onsuz nasıl iyileşecekti?
Yalın...
Tüm hücreleri tespih gibi adını zikrederken; gözlerini ne zaman kapatsa karşısında beliren hep Ali'ydi! Sevdiklerinin gözlerinde gördükleri, birbirlerinin kulaklarına fısıldadıkları her neyse zamanı geri getirmiyordu... Ali'nin açtığı yaralar kabuk bağlasa da; kindar tarafı Yalın'ı kaybetmesini hep o anlara bağlıyordu. Teninden izi silinmişti de o günün; sanki genç adama hasret kaldığı her an ruhu daha da kirleniyordu.
Yüreği avaz avaz isyan ederken Efsun tükeniyordu... Zaten çelimsiz olan bedeni daha da çöküyor; gözlerinin yeşili solmuş, üzeri kadife kaplı yeşil bademleri andırır olmuştu.
Ayvalık... Doğup büyüdüğü topraklardan çok farklıydı. İnsanları, havası, suyu, değer yargıları, hayata bakış açıları kendilerine hastı. Buraya geldikleri günü ve sonraki birkaç ayı hiç hatırlamıyor olsa da aylar sonra farkettiği şey artık her şeylerinin var olduğuydu. Senelerini yoklukla, mahrumlukla boğularak geçirir fakat mutluyken; bu sefer de bolluk içinde mutsuzdu.
Son model laptopu, piyasaya yeni çıkan dokunmatik cep telefonu ve hayali bile bir zamanlar uzak olan herşey artık sadece bir istek kipiyle emrine amade oluyordu. Babası gözlerinin içine bakıyor, onu koruyamadığı için her an, her saniye gözleriyle özür diliyordu. Hatice ablası onun canı ne çekerse pişiriyor, ne dese ikiletmiyor, bir anne gibi sıkıca sarılıyordu.
Sonra kitapları vardı artık genç kızın, odası bir baştan bir başa bembeyaz raflarla doluydu. Babası sanki ezberindeymişçesine beğendiği ne kadar yazar varsa tüm rafları ciltleri deforme olmamış, yaprakları nemden sararmamış birbirinden güzel kitaplarla doldurmuştu. Her gün yeni çıkan kitapları alır olmuş, Efsun'un gönlündeki çöl yeşersin diye bekliyordu.
Ama Efsun yine de yeşermiyor, çiçeğe tomurcuklanmıyordu...
Yüreği son zamanlarda herşeye itiraz eder olmuştu. Herkes sanki ondan bir şey gizlemek ister gibi buraya geldikleri günden beri konuşmuyordu. Zaten kendisi de suskundu. Konuşmaktan korkuyordu. Önceleri köydeki son gün yaşadıklarının şokuyla susmuş, ardından "Konuşursam onu sorarım!" korkusuyla sessizliğe gömülmüştü. Çok sıkıştırdıklarında ağzından ancak bir kaç kelime alabiliyorlardı, hepsi o kadardı. Neler hissettiğini ne babasına ne Hatice ablasına ne de Murat'a anlatamamıştı. Nasıl anlatsın ki?
O gün başına neler geldiği Ali ile kendi arasında hep bir sır olarak kalacaktı. Anlatıp kendine acınmasını istemiyordu. Her hareketinden anlam çıkarılmasını istemiyordu. Herkesin üzerine düşmesini, bir dediğinin iki edilmemesini istemiyordu.
Üstelik yüreğinin kapılarını da bir süre kimselere açamayacağını biliyordu. Hayal kırıklığını, özlemini, sevdasını kimseye anlatamazdı. Bazen Hatice ablası gözlerine bakar, sessizce anlaşırlardı. Zaten onu bir tek o anlardı. Gece yatmadan odasının kapısını bile kitler kâbusların ardından yine yalnız kalırdı. Her zamanki gibi...
Nefes alır gibi bir bencillikti onunkisi. Etrafındaki kimsenin ne durumda olduğunu fark edemediği, bilinçsizce ihtiyacını gidermeye çalışmak gibi bir bencillikti.
Yalnızlık...
Efsun için en nadide sevgili, en hain düşmandı...
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Hasret (Yayında!)
General Fiction"İnsan bazen attığı adımlarla kaderine koşuyormuş tazem... Ben onunla evlenirken sana koştuğumu bilemezdim... Onunla karşılıklı susuşurken, farklı bir kimliğe bürünürken, koca olurken, baba olurken sana yatırım yaptığımı bilemezdim... Kader ağları...