Olaysız geçen bir kaç günün ardından, esas gün gelip çattı. Bugün büyük gündü Bilâl gelinini isteyecekti. Bayramlıklarını giyinen Bilâl elinde her yaz sonu Efsun için depoladığı lokumla iki dirhem bir çekirdek yanına İmam Hasan'ı da alıp yola çıkarken
"Güzel haberlerle gel babam..." diyen kızının alnına küçük bir öpücük kondurdu. Efsun ve Murat ise ayrı ayrı evlerde bu manzarayı izleyememenin burukluğuyla bakmak zorunda oldukları hastalarıyla ilgilendiler. Bir ergen gibi Bilâl Zeliha Ananın evinin kapısını çalarken Hasan onu teskin etmeye çabalıyordu
"Sakin ol Bilâl savaşa gitmiyorsun baş göz edecez seni inşallah!" deyip kıs kıs gülüyordu.
"Tabi işkembeden sallamak sana kolay. Savaş alanında bile ne yapacağın hangi stratejiyi ortaya koyacağın bellidir ama burası sevda meydanı. Bunda gideceğin yol da atacağın adım da muallaktır!" Hasan duyduğu sözlerle artık tutmakta zorlandığı kahkahalarını salıverdi.
"Sen birkaç gün önce de böyle şair miydin Bilâl?"
"Bu yolda değil şair Mecnun bile olurum Hasan şimdi kes zırvalamayı da kapıyı çal. Elim ayağım tutmuyor bari lokum kutusu temiz kalsın!"
Hasan ise iyice coşmuştu. Bu adamın senelerdir tanıdığı Bilâl olma ihtimali kesinlikle yoktu. Kapıyı ise Zeliha Ana açmış Bilâl'n hevesini kursağında koymuştu. "Ah şu kadın milleti!" Zeliha Ana güler yüzüyle;
"Hoş geldiniz evladım..." dediğinde elini uzatmış öpmeleriyle beraber içeriye buyur etmişti. Adam sanki ömründe ilk kez kız istiyor gibi telaşlıydı. Ellerini bacaklarının arasına sıkıştırmış, sanki ilk kez geliyor gibi yaşlı kadının evine inceler gözlerle bakınıyordu. Gerçi bir şey görebildiği de pek söylenemezdi.
"Ee nassınız evladım iyisiniz işşallah."
"Elhamdülillah anam sen de iyisin inşallah!" diyen imam Hasan'dı.
"Fazla uzatmadan gelinimi alırsam süper olacağım be anam!" diyen ise Bilâl ikisini de şaşırtmıştı.
"Oğlum ya senin kafana taş neyim düştü ya da sen azıttın! Teneşir paklar seni benden söylemesi!" diye azarlayan yaşlı kadına;
"Ana teneşiri bilmem de benim ilacım Hatice'm! Hadi çok kanırtma da alam da gidem." Bu söz üzerine Zeliha ana küçücük kalan cüssesine rağmen adamları ürküterek ayaklandı.
"Ayakta rüya mı görürsün oğul? Benim öyle kız verdiğim nerede görülmüş? Ant olsun seni gerdek gecende bunaltmazsam... bana da Zeliha Ana demesinler!"
Bu sohbetin sonu hiç iyi bir yerlere gitmiyordu. En yakınındakilere dahi planlarından bahsedememek öyle kötüydü ki! Evet, Hatice'yi seviyordu ama bu buz dağının görünen yüzüydü bir de suyun altı vardı. Ölümler, acılar, yitikler dolu bir taraf. Dilinin ucuna gelse de diyemeyeceği şeyler...
Hatice ise Zeliha Ananın sandığından çıkardığı ve ona hediye ettiği kıyafetleri giymişti. Kadife üstü simli çiçekli o yörelere özgü güzelce bir elbise pullarla firkete oya bezenmiş ipek bir yemeni... Işığı her raksında o gümüşi pulların Hatice'nin yüzündeki dansları...
Zeliha Ananın evinde ocak salonda kaldığından tandırda ateş yakılmış, Hatice çömeldiği yerde kahveleri orada pişiriyordu. Gerçi ne kadar çabalasa da bir türlü köpürtemiyordu. Manevi değeri epeyce çok olduğu belli olan Türk kahvesi fincanları ise tarihi eser gibiydi. Tüm imkânsızlıklarına rağmen gerçekten şimdi evlenecekler miydi? İnanamıyordu.
Birkaç dakika sonra elinde fincanlar içeriye giren genç kadın yüzünü bir an olsun yerden kaldıramadı. Utanıyordu. Senelerce yüz yüze baktıkları adam artık onun helali oluyordu. Bilâl ise Hatice'yi ilk defa böyle süslü görüyordu. Gözlerini onun güzelliğinden biran biler ayıramıyordu. Ona kahveyi eğilerek tutarken daha yakından gördü gül yüzünü. Işıldayan kıpkırmızı yanakları, sürmeli kahve gözleriyle ne kadar taze, ne kadar güzeldi. Kim derdi boyunca oğlu var? Artık yerinde duramayacaktı rahat batmıştı. Bu hatun bir an önce onun olmalı kadını olmalıydı. Kanatları altındaki barınakta korunaklı olmalıydı. Dayanamayarak lafı uzatmadan konuya girdi
"Anam, kahvelerimizi içtik. Gelelim sebebi ziyaretimize..." Hasan, elini kaldırıp susmanı işaret etti. "Ağır gel!" diye mırıldandığını duyar gibi oldu. Kaşlarını çatarak yüzüne bakınca çakır bakışları alevlendi ama bu Hasan'ın umuruna bile gelmedi.
"Anam sen kusurumuza bakma malum adetleri pek bilmiyoruz. Damat'ın kız istediği nerede görülmüş değil mi?" dedi ve sırıtmaya başladı. Tabi bu arada bacağına çimdiği de yemişti. Acıyla kasılan yüzünü Bilâl'e çevirdiğinde onun belli belirsiz sırıttığını fark etti. Kör şeytan bir oyun oyna diyordu ama bu adam onu şuracıkta boğardı can tatlıydı riske girmeye gerek yoktu.
"Neyse anam sebebi ziyaretimiz malum. Allah'ın emri Peygamber'in kavliyle kızınız Hatice'yi oğlumuz Bilâl'e istiyoruz."
Bir süre ortama hâkim olan sessizlik sonrasında, bir anda etraf karıştı. Hatice'nin tatlı telaşı, Bilâl'in onun heyecanına ortak oluşu, Zeliha ananın;
"Verdim Gitti... Allah hayırlı etsin evladım!" deyişi Bilâl'in aklında sanrılar gibi tek düze hayal meyal hatırladığı sahneler olarak kaldı. Gelen giden olmayışından dolayı bayatlayan ve bu yüzden köpürmeyen kahve ise kimsenin umurunda değildi. Mesele mühim olunca sadece bir lokum tadı kalmıştı herkesin damağında...
*****
Efsun nedense bakmanın artık eziyet gelmediği bedenden gözlerini bir an bile ayırmıyordu. Daha bir hafta önce ki düşüncelerinden dolayı kendinden utanıyordu. Bir insanlık vazifesini, yer yer kendine işkence haline getirmişti. Hâlbuki genç adam muhtaçtı. Alıp verdiği her nefes onun için hayatiydi! Babası yüksünmezken Efsun sırf rahatı bozuluyor diye bir ara isyan etme derecesine gelmişti. Fakat enfeksiyon kendini göstermeye başladıktan sonra tek işi gücü derdi genç adam olmuştu. Babası ambarla oda arasındaki duvarı kırarken, onun duymasını umarak şarkılar türküler mırıldandı Tozdan rahatsız olmasın diye tavana korniş çaktırıp çarşaftan perdeler hazırlayıp bölme bile yaptırdı.
Ona bir bebek gibi titizlikle bakmak, altını temizlemek bile artık normal gelmeye başlamıştı. Hele babasının sayesinden iltihaplarından kurtulmaya başladığında sevinç gözyaşları dökmesi... İnanamıyordu Efsun bir yabancının kendisi için nasıl böylesine değerli olduğuna...
Yaz mevsiminde babası ile şehre gider gezer, başka hayatlar hakkında fikirleri olurdu. Bir köylü kızıydı Efsun ama babası sayesinde hiç cahil kalmamıştı. Evlerindeki kütüphane tüm dünya klasikleriyle doluydu. Sinemaya, tiyatroya, konsere bile gitme imkânı bulmuştu. Babası her defasında sorardı;
"Böyle bir hayatı, ölene kadar yaşamak ister misin?"
Artı ve eksilerini kendince tartar istemediğine kanaat getirirdi. Kendince hiç bir şeyden mahrumluğu yoktu. Dertsiz aşım kaygısız başım! Ve bazen sezerdi babasının bir şeylerden saklandığını... Köylü adamlar gibi cahil ti niyetsiz sığ görüşlü olmadığını görürdü ve bir şeylerden kaçtığını hissederdi. Belki biraz da babasına eziyet ve cefa vermemek için "istemiyorum" derdi.
Şimdi ise gitmediklerine neredeyse şükrediyordu. Gitmiş olsalardı kader yine yapacağını yapar, bu uçağı bu köye düşürürdü pekâlâ o zaman bu genç adama kim bakardı? Giderek artan ilgisine kendince kılıflar üretiyordu işte ama içinde anlam veremediği taze duyguların da ev sahipliği başlamıştı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Hasret (Yayında!)
General Fiction"İnsan bazen attığı adımlarla kaderine koşuyormuş tazem... Ben onunla evlenirken sana koştuğumu bilemezdim... Onunla karşılıklı susuşurken, farklı bir kimliğe bürünürken, koca olurken, baba olurken sana yatırım yaptığımı bilemezdim... Kader ağları...