3

33.8K 984 136
                                    

Saatler geçmiş, sinirler gerilmişti. Koltuklar sanki çivili birer oturaktı. Karısı habire tuvaletin yolunu arşınlarken, Yalın düşüncesizce kulaklığını çıkarmış, sessizliği dinlemeyi seçmişti. Tahminlerine göre 2 saatlik yolları kalmıştı. Bu sırada hostes yemek servislerini yapmış ve karınlarını doyurmuşlardı. Yalın yemekle beraber tercih olarak beyaz şarap, Öykü ise meyveli maden suyu içmekle yetinmişti.

Bir süre sakinleşen midesine güvenerek kol çantasından kitabını çıkardı ve okumaya başladı. Bakıyor, görmüyordu ama kitabın ardına saklanıp kocasının nefret tüten bakışlarıyla göz göze gelmekten kurtuluyordu. O gözler daha bir kaç ay öncesine kadar nasıl da güzel bakardı... Sevgisi gözlerinden taşan adamın, nefreti de gözlerinden taşarmış, öğrenmişti... Yalın onun ilk erkeği, ilk aşkı, ilk vicdan azabıydı.

Genç adam ise kaygılı gözlerini yummuş, huzursuz içine inat, huzurun sesini dinliyordu. Kulakları dışarıdaki fırtınadaydı. Uçak arada bir sarsılıyor yüreğini ağzına getiriyordu. Ama seviyordu. Adrenalin damarlarında hunharca gezinirken; yaşamayı ne kadar sevdiğini bir kere daha hatırlıyordu. Hayat bu günden ibaretti, hatta bu andan... Dün yitip giderken 'sonra' daha gelmemişti. Kim bilir 'sonra' belki hiç bir zaman gelmezdi... Sonra gelirim, sonra yaparım, birazdan hallederim, yarın, öbür gün, falanca ay, filanca yıl... Sonra yoktu işte! Şu uçak düşse şu fırtınada sonrası yoktu. Ölüp gitmenin sonrası yoktu!

Severek okuduğu bir yazarın satırlar çağrıştı dimağında...

"Ölüm, fonksiyonu duran bir kalbin, artık kâinata sinyal gönderemeyeceği anlamına gelmez mi bir nevi? Beraberinde bıraktığı cesedi, bir zamanlar ayaklarının altındaki toprağa bedelsiz satmak değil midir ölüm?

İnananlar için sonrası olan bir başlangıç, fakat her şeye rağmen kaybedilmesinden ölesiye korkulası gerçek değil midir?"

Ölmekten korkarken, yaşamaktan da korktuğunu fark ediyordu. Yapacaklarından korkuyordu. Hırsına yenilip kınadığı karısı gibi katil olmaktan, karısının kanını ellerine bulamaktan korkuyordu! Bu nasıl bir hayattı? Ha yaşamış, ha ölmüş onun için sanki aynıydı! Ve bir diğer cümle geldi aklına düşündükleriyle beraber;

"Hayat... Yaşam... Ölüm...

Birbirinden farklı gibi görünse de, varoluş denen seremoninin birer enstrümanı değil midir?

Hayat nefes almak iken, yaşam; tadını çıkarmak, sefasını sürmek değil midir alınan her nefesin?

Ya da kaderin çarklarına sıkışıp, nefes alabildiğine şükretmek ve sırf bu yetenekten alıkoyulmamak için gerekeni yapmaya çalışmak, kaybetmekten korkarcasına..."

Bu kadar güzel anlatabilirdi bir kaç cümle içindeki çıkmazı. Ne yana dönse acı, ne yana dönse pişmanlık vardı! Nefes alan bir bitkiden tek farkı lanet olasıca beyninin ona hatırlattıklarıydı. Acı düşünerek çekilebilen bir olgu oluveriyordu mesele insanoğluysa! Pekâlâ değer miydi? Alınan her nefesi ya ziyansa? Ya boşaysa? Küresel ısınmaya etki ediyorsa? Sıralama değişse de yine aklındakilere cevap bir kaç cümle mırıldandı dili;

"Ruh bedenden ayrılırken yaşama devam eder aslında, ölen hayattır. Artık kımıldayamayacak bir bedenin, içi saman dolu bir çuvaldan farksız olması, hiç bir duygu barındırmaması ve artık hiç bir yarar sağlamamasıdır ölüm.

Gülmek, ağlamak, uyumak, çalışmak, yemek, sevişmek, doğurmak... Bir pamuk ipliği ile bağlı iken bir kaç nefese... Neden susan her bedenin ardından " yaşamını kaybetti" derler?

Hâlbuki ölen, hayattır. Yaşamı, ruh teslim almış ve gizli mabedine doğru yola çıkmıştır.

Ya hayattayken ölenler? İşte onlar "Araf'tadırlar."

Araf denen mabedin çıkmaz sokağındaydı genç adam... Bitmeyen bir bekleyiş baş gösteriyordu Pınar'ın rüzgârda uçuşan saçları gözlerinin önüne her geldiğinde... Sanki her yerde onunlaydı. Bir lanet gibi baktığı her yerdeydi! Şu an sanki gökyüzünde meleksi kanatlarıyla uçuyor, ara sıra uçağın kanadında dinleniyordu.

Yalın; artık hem yolculuktan hem de düşüncelerinden ve kurduğu sanrılardan sıkılmış, kol saatine bakarak ne kadar zaman geçtiğini anlamaya çalışırken, duyduğu patlama sesi ile irkildi! Kulakları adeta sağır eden ses, yürekleri ağızlara getirdi. Jetin ufak penceresinden dışarıya bakmaya çalıştı genç adam fakat hiçbir şey göremedi. Yerinden kalkıp pilot kabinine ulaşmalı ve bir an önce neler olduğunu öğrenmeliydi.

Öykü ise panik bir halde koltuğuna sinmiş ağlıyordu. Ağlarken ise feryadı kulakları cırmalıyordu. Kahve gözleri irileşerek etrafta geziniyor, bir şeyler anlamaya çalışıyordu. Tüm stresine dayanamayan midesi yine kabarmıştı. Lanet olsun! Kendini tuvalet kabinine atıp içi çıkana kadar istifra etmeye başladı.

Yalın'ın durumu da farklı değildi. Bir taraftan neler olduğunu anlamaya, diğer yandan da sarsılan uçağa rağmen Kokpite ulaşmaya çalışıyordu! Mürettebat panik halinde can yeleklerini giymeye, hava maskelerine ulaşmaya çabalarken; bayan hostes bir türlü kendisini kontrol altına alamayan Öykü ile uğraşıyordu. Bu yolculuk onun için de umduğundan zor geçmişti! Ve tek istediği sağ salim yere ayaklarını basmaktı. Başını Tarık'ı görebilmek umuduyla Kokpit kabinine uzattı. Görüş alanına bir girebilseydi sevdiği adam... Bir gülümseseydi de anlasaydı her şey yolundaydı. Ama ne gelen vardı ne giden, ayrıca jet fena halde sallanıyordu. Tuvaletin kapısı açılıp Öykü dışarı çıkmaya çalıştığında elinden tutup yardım etmek istedi ama tam da o anda ikisi birden tuvaletin içine savruldu. İki kadın da dengelerini kaybedip yere kapaklanırken, kapı hızla üzerlerine kapandı.

Arkada yanıp sönen parlak ışıkların ve patlamaların etkileri yaşanırken, Yalın bilgi alabilmek için Kokpite ulaşmıştı. Pilotlar profesyonel bir şekilde soğukkanlılıklarını korumaya çalışıyorlardı. Panik hata doğururdu! Yalın dengede durmaya çabalayarak;

"Neler oluyor, neydi o patlama?" diye sordu. Fazlasıyla tedirgindi ve korkuyordu. Şom ağzını açmasa belayı çağırmasa olmaz mıydı? Ama yok! Her zaman ki gibi kendi kaşınmıştı ama bu sefer umudu yaratanın onu hatırlamasıydı. Arka taraftan gelen seslere kulaklarını tıkayıp, tutunacak biryerler aradı. Bu arada Pilottan cevap geldi;

"Sakin olun Yalın Bey; sağ motor belirleyemediğimiz bir nedenden doyalı alev aldı ve biz şimdi acil iniş yapmak zorundayız, yalnız bir sorunumuz var!"

Zaten bir gün de sorun olmasa şaşardı! Geniş camdan bir şeyler görebilme umuduyla bakındı ama tek görebildiği karanlıktı. Dağlık bir alanda olduklarını coğrafi bilgileriyle az çok tahmin ediyordu. Muhtemelen sınır dışına ulaşmışlardı ve komşu ülke hava sahasında, iniş için zorluk çıkaracaklardı! Aklına gelen ihtimali sormaktan çekinmedi;

"Nedir? Yoksa kuleden izin mi çıkmadı?" Kaşları çatılmış bir şekilde cevap bekliyordu. Pilot ağzının içinde cümleleri gevelemese, bir an önce sorun ne ise paylaşsa harika olacaktı.

"Hayır Yalın Bey. Ana bilgisayarda bir sorunumuz ve maalesef kuleyle irtibat kuramıyoruz ve şu an türbülanstayız. Hem hava koşulları ortada, hem de tek motorla ilerlemeye çalışıyoruz. Yükümüz tek motorun kaldırabileceğinin çok çok üzerinde. Elektrik sistemi hata veriyor. Muhtemelen Kümülonimbus adını verdiğimiz elektrik yüklü bulutlarla karşılaştık ve maalesef fark ettiğimizde çok geçti, kaçamadık. Bizim için en büyük tehlike türbülanslar maalesef. Gücümüzü tüketiyor ve uçağın dengesini bozuyor. Eğer bir kaç dakika daha bu türbülansta kalırsak..." Tarık daha fazla konuşamayacaktı keza bu cümlenin bitmesi demek hepsinin ölüme yaklaştığı anlamına geliyordu.



Hasret (Yayında!)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin