2 gün sonra; Tahran...
Dış cephesi kum rengi sarı mermerlerle kaplı, bahçesine ve kesme mermerden yapılan sütunlarının arası da dâhil yerleştirilen 500 koruma ekibi ile Osmanlı döneminden kalma büyükelçilik binası, belki de tarihinin en yoğun diplomasi trafiğine şahit oluyordu.
Türkiye Tahran Büyük elçisi Selim Yılmazer'in kızı ve damadının da içinde bulundukları özel jet, kuleyle kurdukları kısacık irtibat sonrası ortalıktan kaybolmuştu. Uzayda uydusu olan tüm ülkelerle irtibata geçilmiş ve yer tespiti için çalışmalar başlatılmıştı. Türk, İran ve tüm dünya basını, bu olayın ardından büyükelçilik binasının etrafına kamp kurmuş, bina basın otobüsleri ve karavanları ile adeta abluka altına alınmıştı.
Gelen misafirlerin, taziye mektuplarının, iyi niyet mesajlarının ve telefon trafiğinin ardı arkası kesilmiyordu. Selim-Rabia Yılmazer çifti ise kuşkusuz hayatlarındaki en sıkıntılı dönemleri yaşıyorlardı. Onlar perişan haldeyken birileri de tabiki boş durmuyordu. Fırsattan istifade etmek isteyen yardakçılar şimdiden yalakalıklarına başlamışlar, sumen altından bir kaç işbirliğine imza bile atmışlardı. Selim Bey bunları şimdilik uzaktan izlemekle yetiniyor ve fark ettiğini belli etmiyordu.
Tahran'ın en kaliteli otellerinden İstiklâl, Azâdi, Simorgh ve Espinas International, Türkiye'den ve dünyadan birçok ateşe ve diplomatla hınca hınç dolmuş, tam kapasite hizmet veriyorlardı. Bazı misafirler ise kendi ülkelerinin büyükelçilik konuk evlerinde misafir ediliyorlardı.
Feryâl özel bir izinle Mehrabad havaalanına indirildiğinde onu nelerin beklediğini az-çok tahmin edebiliyordu. Uluslararası İmam Humeyni Havalimanı büyükelçilik binasına çok uzak kaldığından dolayı, dış hatlara kapalı olan Mehrabad havalimanı: Avrupa üzerinden havalanan ve devlet yetkililerini taşıyan uçaklara iniş için açılmıştı.
Feryâl ise en önemli konuktu. Kaybolan iki bedenden birinin en yakını: annesiydi.
Yalın'ın eşinin büyükelçi kızı olması bir yana, oğlu zaten bir dünya markasının yöneticisi ve sahibiydi. Tüm bu hareketliliğe, keşmekeşe sebep olan kişinin sadece Öykü olması ise canını fazlasıyla sıkıyordu. Onun oğlundan daha az bahsetmeleri, onu neredeyse yok saymaları ve dünya basınında; "Öykü Atahan" adından daha fazla bahsetmelerini mide bulandırıcı buluyordu.
Pasaport kontrollerinden sonra hızla büyükelçilik tarafından tahsis edilen makam arabasına bindi. Karasal iklimin hüküm sürdüğü Tahran, Ocak ayının ayazıyla kavruluyordu. Daha önceden uyarıldığı üzere el çantasından siyah şalını çıkarıp başına doladı. Büyük çerçeveli güneş gözlükleri; gözlerinin hüznünü saklamaktan başka bir şeye yaramıyordu. Gözlerinden akan yaşın da haddi hesabı yoktu. Yüreği yangın yeriydi. Fermuarı açık kalan çantadan telefonunu da çıkarıp seri halde açtı ve beklemeye başladı. Telefon her çalışında iyi bir haber umuduyla saniyesinde açıyor, sonra yaşadığı hayal kırıklığı ve yüreğinin burukluğuyla kapatıyordu.
Fakat içinden bir ses; "Kötü bir haber de gelmedi. Şükretmelisin!" diyordu.
Gelgelelim ki yüreğine çöreklenen acı her saniye daha da artıyordu. Haber gelse bir dert, gelmese başka bir dertti. İki ucu sivri ve alevli bir ok! Gergin yaya girdiği an adresin kaderi muallâktı. Öyle de böyle de içindeki yangın giderek artıyordu.
Havaalanından çıktıklarında onları bekleyen yoğun trafikle karşılaşmışlardı. Büyük elçiliğin onlara tahsis ettiği konukevine ulaşabilmeleri için yaklaşık 20 km yol gitmeleri gerekiyordu. Son model makam arabasının içi dışarıya inat sıcacıktı. Elindeki ipek mendili dudaklarına kapatmış, kendince dilini susturuyordu. İnsanın dili sussa da yüreği konuşmaz mıydı?
Oğlundan iki gündür haber alamayan bir annenin acısını sadece bu acıyı yaşayanlar bilirdi.
Ölüm... Bir nefes kadar yakındı işte. Göz açıp kapayıncaya kadar geliyor, bir düşman gibi beden surlarına dayanıveriyordu. Ferdowsi caddesinde dura kalka trafikte ilerlerken; daha önce hiç gelmediği bu şehri izleme imkânını da kaçırıyordu Feryâl içindeki acı yüzünden. Kış mevsimi soğuk gri bir bulut tabakasıyla sarmıştı Tahran'ı. İnsanları görmeyen gözleriyle izliyordu. Uzaktan mesut mutlu gibi görünen insanların acaba içleri nasıldı?
Kendi virane, yitik bir şehirdi. Kelimenin tam anlamıyla kendini; "Atlantis kıtası" gibi hissediyordu. Bilinen lakin bulunamayan... Kayıp bir dünyası, yitirdiği genç kızlığı vardı. Her şeyin üzerine sünger çekebilecek gücü ise yoktu. Feryâl yaşı geçse de; ruhu genç kızlığının ergen tasalarında hep büyümeyi beklemişti. Bir çift yumuk elden medet ummuştu. O el büyürken yaralarını belki sarar diye beklese de çabası boşaydı. Oğlu büyümüş, dertleri büyümüştü.
Bir kadın; tek başına bir erkek çocuğuyla ne kadar başa çıkabilirdi? Zaman içerisinde hep eksik kalan, sessiz ama vakur duruşlu, adı gibi yalın bir adam peyda olmuştu. Ve ne olduğunu dahi anlayamadan yuvadan uçmanın, kendi yuvasını kurmanın derdine düşmüştü.
Âşık mıydı? Sanmıyordu! Acı kahve gözlerinde, hareli fosforlu ışıltılara bir kez olsun denk gelmemişti. İçinde Öykü'ye bakarken alevler yandığını görmemişti. Bir evde karıkoca gibi yaşarken, onun koynundan çıkıp annesinin halini hatırını sorarken, sesini bir kez bile heyecanlı bir tınıda nüksederken duymamıştı. Garipti. Fabrikadaki o elim olaydan sonra sanki bir anda her şey tersine dönmüştü. Pınar ile oğlunun bir şeyler yaşamasını beklerken, kızı fabrikadaki havalandırma borusuna asılı bulmuşlardı ya; oğlu için milat o gündü.
Geçen senelere rağmen Feryâl hâlâ düşünüyor ve neler olup bittiğini merak ediyordu. Ama boşa koysa dolmuyor, doluya koysa almıyordu. Soru işaretli balonlar zihnini kuytularında dikenli tellere çarpıyor ama bir türlü patlamıyordu. İpin ne ucu vardı ne bucağı. Bir anda derdest olan oğluna Öykü ışık olmuş fakat o ışığın harelerinde görebildiği kadarıyla çamurlu kalıntılar bırakmıştı. Bir gün olayın aslını, iç yüzünü öğrenecekti elbet ama... Ama şimdi oğlu yoktu. Canı, ciğeri, yüreği yoktu. Pekâlâ, öyleyse neredeydi ve ne haldeydi?
Zemheri ayazında oğlunun donmuş bedenini hayal etti. Gözlerini acıyla yumdu, bakışları gözlüklerin arkasına biraz daha gizlendi. Kendi sıcacık bir arabada, tasasız bir yolculuk yaparken, belki de oğluna karlar kefen olmuştu. Bedeninden apansız bir titreme geçişti. Kemikleri sızladı. Mağrur bakışlarını kapının koluna çevirdi. O bir yerlerde belki de donuyorken, üşüyorken, perişanken bu kadar zevk, sefa kendine fazlaydı.
Belki de dili ve gönlü varmasa da oğlu ölmüştü! Pekâlâ o ölürse yaşayabilir miydi? Sanmıyordu. Ahir ömrünü yoluna serer, hiç düşünmeden peşinden giderdi. Onsuz bir dünya amaçsız bir konaklama yerinden başka bir şey olmazdı. Ve Feryâl içindeki bu acıyla Azrail'i bekleyebileceğini sanmıyordu. Pınar gibi bir havalandırma borusu da o bulur, hastalıklı bedenini dünyadan postalardı.
Yüreği düşündükleriyle beraber binlerce vesveseyle dolup taştı. Soğuk bir toprak ve mermerden bir mezar taşı! Günahkârdı ve cehennemde cayır cayır yanacaktı!
Kapının kolundaki düğmeye dokunarak pencereyi açtı ve soğuk havayı derin derin ciğerlerine soludu. Daha önce adımını dahi atmadığı ülkenin, yeni kar düşmüş toprağını koklamak bile bir başkaydı. Buralara kar yağdığını hiç duymamıştı. Sanki gök kubbe de onlarla beraber yasa girmiş, hiç sebepsiz ayaza kesmişti. Başındaki şalı sıyrılmış esen sert rüzgârla beraber boynuna yığılmıştı. Dağınık topuzundan kurtulan perçemleri rüzgârla her bir yana savruluyordu.
Bu şartlarda bu şehre geleceği aklının ucundan dahi geçmezken ve çok başka bir şekilde gelmeyi düşünürken işte buradaydı. Oysa yaz başında daha turistik bir gezi planlamışlardı. Evlatlarıyla gelecek, dünürlerine misafir olacaktı. Düğüne katılamasa da adetleri yerine getirebilmek adına elinden her geleni yapmaya çalışacaktı ama kışı bile devirmeden bir perişanlıkla ansızın buralara sürüklenmişti. Nasip dedikleri, işte buydu!..
"Kul hesap yapar, kader bozardı..."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Hasret (Yayında!)
General Fiction"İnsan bazen attığı adımlarla kaderine koşuyormuş tazem... Ben onunla evlenirken sana koştuğumu bilemezdim... Onunla karşılıklı susuşurken, farklı bir kimliğe bürünürken, koca olurken, baba olurken sana yatırım yaptığımı bilemezdim... Kader ağları...