Gitse de, gitmeyi istese de aslında için için dönmek de istiyordu. Temiz havasında nargile tüttürmek, keşmekeşlerle dolu hayatlardan kaçmak için buraya yeniden gelmek istiyordu. Tüm bunlar belki gerçekleşmesi imkânsız hayallerdi ama istiyordu. Bugünleri de bir zamanlar hayal dahi edemediğini fark etti sonra. Gözlerini tekrar genç adama çevirdi. Yaraları daha iyi durumdaydı ve gözleri ışıl ışıldı. Kanı kaynadı bir an. Sanki bir yabancıya bakmıyor gibiydi. Elinde olmadan birkaç gün önce kısacık kestiği saçlarında elini gezdirdi. Başına attığı dikişlerin alınması gerekiyorsa da vazgeçti. Hastane koşullarında steril ve ağrısız bir şekilde yapılmasını yeğledi. Üzerinden sıyrılan yorganı hafifçe kaldırıp yukarıya çekti.
"Kim olduğunu hatırlamasan da evlat," deyip soluklandı. Gözlerini genç adamın soğuk kahve bakışlarına dikmişti. "Testide ne varsa, dışarıya o sızar. Yollarımız olur da bir gün kesişirse bu konularda bol bol sohbet ederiz. Ama önceliğin sağlığına kavuşmak olmalı." Sonra gözlerini odanın içerisinde çevirdi. Gün dönmeye başlamış içerisi loşlaşmıştı. "Ben elimdeki imkânlarla bu kadarını başarabildim. Sana daha iyi şartlar sunabilmek istesem de maalesef ben de iyi şartlar altında değilim." Sonra gözlerini Tarık'a çevirdi ve ikisiyle de konuşmaya devam etti.
"Sizlere yapabileceğimin en iyisine çabaladım. Ve sonuç ortada, artık gideceksiniz. Alıştığınız hayatlara ve ailelerinize kavuşacaksınız. Elimden daha fazlası istesem de şu şartlarda gelmezdi."
Bu arada Tarık söze atıldı; "Ne zamandır buradayız bilmiyorum ama bizi arıyor olmaları gerekmez miydi? Tamam dağ başındayız anladım, kış mevsimindeyiz anladım. Ama-" derken Bilâl elini kaldırıp onu susturdu.
"Aranmadığınızı nereden çıkarıyorsun?" derken kaşlarını çattı. "Şu mevsimde kuş uçmaz kervan geçmez bir yerdesiniz. Elektrik yok, telefon yok. Jetteki vericide arıza var ki ortada sinyal yok. En son ne zaman kule ile irtibata geçilmiş? Kaydı küreği ortada yok. Velhasıl evlat o jetin havalanması bile hataymış! Ama olan olmuş artık. Olmuşla ölmüşe çare yok. Bu konular seni beni aşar. Bırakalım bu sorunlar gereken merciler tarafından araştırılsın." Tarık'sa onun kendini azarlarmış gibi konuşmasını içerisine sindiremedi.
"Öncelikle benim görevim o jeti uçurmaktı. Teknik ekibin görevini layıkıyla yapamaması benim sorumluluğumda değildi! Motorun alev alması benim kabahatim değil. Yediğim yumruk benim kabahatim değil!" sesi artık haykırırcasına çıkıyor ama hırsla fısıldıyor gibiydi. Gözlerini odada şöyle bir gezdirip kimsenin onların konuştuklarını umursamadığını fark etti.
"Ayrıca," dedi tıslar gibi. "O jetle beraber iki kadın öldü. Biri Yalın Beyin eşi Öykü Hanım ki belki bilmiyorsunuzdur kendisi Tahran büyükelçisinin kızıdır."
Bilâl'in günler sonra duyduklarıyla dengesi bir an sarsıldı, bacaklarının bağı çözüldü. Yusuf'un dedikleri geldi aklına bir an. "Abi bunları gelince konuşuruz. Ama şunu bilmen gerekiyor. Bu jettekiler basit insanlar değildi! Türk ve dünya basını teyakkuzda!"
Bilâl Yusuf'un ne demek istediğini işte şimdi anlayabilmişti! Bedeni istemeden de olsa sarsıldı ama bu durumu kimseye fark ettirmemeye çabaladı. Gözlerini Yalın'a dikti. Karısı ölmüştü! Büyükelçi damadı aylardır ellerinin altında şifa aramıştı ve kimseler onu aramaya bile gelmemişti. Yusuf'a sorduğu soru zihninde canlandı sonra "Ölüme terk edilen devlet görevlilerinden birileri miydi onlar da?" diye sormuştu. Bu olay kesinlikle bir komploydu! Elini Tarık'a devam et dermiş gibi sallarken hali, tavrı genç adamın gözünden kaçmamıştı. Yine de konuşmaya çabaladı.
"Sonra..." dedi sesi fısıltı gibi çıkmıştı. "Diğer kadın benim sevgilimdi. Zeynep. Zeynep Öztürk. Sence!" dedi dişlerini sıkarak "Bilerek sevdiğimi ölüme sürükler miydim? Bir insan göz göre göre sevdiğinin hayatı ellerindeyken ihmalkârlık yapabilir mi?" sonra sustu ve küstü. Başını yine pencereye çevirip gözlerini dışarda gezdirdi lakin kör bakıyordu.
Buradan gittiğinde onu Zeynep'in olmadığı bir dünya karşılayacaktı. Annesi, babası kardeşleri kim bilir ne haldeydi. Erkek adam ağlamaz düsturuyla yetişmiş olsa da boynu büküldü önce. Gözleri dolmaya başladı. Onun öldüğünü zannediyorlarsa haklıydılar, ölmüştü genç adam. Kalbi ölenle ölmüştü. Şimdi bir et ve kemik yığınından başka bir şey değilmiş gibi hissediyordu.
Sessizlik, dört duvar arasında geçirdiği günler, hatırladıkları, yaşadıkları, imkânsızlıkları onun yarasına tuz basmaktan başka da bir işe yaramıyordu. Kaza öncesini düşünmeden geçirdiği çok nadir zaman dilimleri vardı ki bu ona yetmiyordu. Ruhunun çektiği ıstırabı hissedercesine bedeni sızım sızım sızladı. Gözlerinin kenarlarından tuzlu, kaynar gözyaşları akmaya, yüreğini sıkıştırmaya başladı.
Unutmak istedi. Yalın Bey gibi, her şey unutmak!
O günü ve sonrasında olanları unutmak! Balık hafızalı olup az önceyi, yaşadıklarını, ıstıraplarını unutmak! Başkaldırmak, isyan etmek istedi. Arkasını dönüp aksayan bacağına inat sobanın borularını yerinden sökebilmeyi, her yere savurabilmeyi istedi. Ya tam iyileşmek ya da yok olmak!
Ölüm...
Belki de tek çaresiydi.
Bu arada Bilâl yerinden kalkıp genç adamın yanına oturdu ve iri ellerini omzuna koydu. Bir süre sessizlik olsa da Bilâl susamadı.
"Acını anlıyorum..." dedi. "Zannediyorsun ki şu an her şey ölünce bitecek... Ben de istemiştim... Belki de Efsun'um olmasa çoktan kıymıştım canıma... Ama şimdi diyorum ki "iyi ki o hatayı yapmamışım." Hayat böyledir evlat! En değerlini alır önce, kendince oyunlar oynar, hamsındır pişersin. Zaman içerisinde acın da azalır, bugünkü gibi kanamaz... Ama bir gün öyle bir hediye uzatır ki avuçlarına eğer vaktinde açabilirsen ellerini..." derken arkasına döndü ve karısına sevgiyle baktı.
"İşte o zaman iyi ki dedirtir. "Kaybetmeden, elindekinin değerini anlayamazsın"ın hayatçasıdır bu. Bence en zor lisandır. Öğrenmen senelerini alır, yine de çok şey eksik kalır... Ve hiçbir zaman ne zaman geri alınacağının da garantisi yoktur. Bu öyle bir dildir ki en zor imtihanlardan daha da zor, en karmaşık gramerlerden daha da karmaşıktır. Olabildiğince az kuralı olsa da kişiden kişiye, kaderden kadere değişir," gözlerini yumarak yaşadıklarını gözlerinin önünden geçirip devam etti;
"Ve zordur evlat. Kimse hayatının kolay olduğunu iddia edememiştir..." Omuzunu sıvazlayıp bir evlat gibi başını okşadı keza hepsi çocukları olabilecek yaşlardaydı.
"Ölene kadar da böyle sürüp gidecek sanırım... Beni düşündürense öldükten sonrası! Eğer reenkarnasyon yoksa sıçtık evlat. Burası böyleyse ölümden sonrasını düşünemiyorum bile!" derken buruk bir şekilde gülümsedi. Tarık ise gözyaşlarından ilk defa utanmıyor ve Bilâl'in dediklerini düşünüyordu. Elinin tersiyle yanaklarını silerken de onun son söylediklerine gözlerine ulaşmayan buruk bir tebessümle gülümsedi.
Gözlerini usulca Bilâl'e çevirdi. Halen gözbebekleri buğuluydu. İlk defa kurtarıcısının yüzüne bu kadar yakından bakıyordu. Gözlerinin etrafındaki çizgilere, solmuş mavilerine baktı usulca. Seneler; kendince bir alfabe yaratmışlardı sanki. Her bir çizgi yaşanmışlık kokuyordu. Her bir çizgi, hem acı hem umut fısıldıyordu. Her bir çizgi kayıplara karşı başkaldırış ve vazgeçmeyiş kokuyordu. Gözlerinin etrafındaki kırışıklıklarında ve her şeyden öte bulutlu bakan mavi gözlerinde hayal kırıklıkları okunuyordu.
Buna rağmen vazgeçmeyiş ve direnişin hâkim olduğunu belli eden burnu ve dik omuzları onu olduğundan daha heybetli ve korunaklı gösteriyordu. Bu duruş Tarık'a kendini sorgulattı biran. Yaşadığı her acı bir düğüm olup Bilâl'in boğazında ilmek olurken, o belki de ilk kaybıyla bir aciz gibi ölümü arzuluyordu. Utandı kendinden. Gün griye bulanırken içerisinde büyüttüğü karanlıktan utandı. Yanındaki adamın gözleri içindeki karanlığa inat onun yoluna ışık tutmaya çabalarken, o mızıkçı bir oğlan çocuğu gibi davranıyordu.
"Anladım..." diye fısıldadı sadece. Dudağında yine göz bebeklerine ulaşmayan kırık bir tebessüm vardı...
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Hasret (Yayında!)
Genel Kurgu"İnsan bazen attığı adımlarla kaderine koşuyormuş tazem... Ben onunla evlenirken sana koştuğumu bilemezdim... Onunla karşılıklı susuşurken, farklı bir kimliğe bürünürken, koca olurken, baba olurken sana yatırım yaptığımı bilemezdim... Kader ağları...