Derin düşüncelerin arasında geçirdi birkaç km'yi. Aklı oradan oraya seyahat etti ve "Geldik hanımefendi!" diye uyaran şoförün ikazıyla ana döndü. Etrafına göz gezdirdiğinde konsolosluk binası karşısındaydı. Dikiz aynasından genç adamla göz göze gelirken sessiz bir izin verdi ve inip arabanın etrafını dolaşmasını seyretti.
Açılan kapıdan başı dik mağrur bir kraliçe edasıyla indi. Siyah güneş gözlüklerini, her ihtimale karşı gözünden çıkarmamış, başındaki şalı sıkıca ceketindeki broşuna tutturmuştu. Tedirgin ve kaygılıydı. Düğünden beri onlarla görüşmemişti ve böyle bir olay sonrası karşılaşmak fazlasıyla içini ürpertiyordu.
Etrafına bakındığında ise kelimenin tam anlamıyla gazeteci ordusuyla karşılaştı. Bir an için şoka girdi lakin kendini toparlamayı bildi. Duruşunu hüzünleri elverdiğince dikleştirip, sakinliğini korumaya çalıştı. Genç şoförün kolunda içeriye girene kadar etraftaki koruma ordularını geçebilen bir kaç fotoğrafçıya, poz vermeyi de ihmal etmedi.
Kimseler bilmese de o; ülkesinin ve dünyanın en tanınan ve sükseli meşrubat markasının sahibesiydi! Elinde rugan el çantası, ayaklarında ince topuklu siyah ayakkabıları ve uzun boyuyla göz dolduruyordu. Duruşu ve ten rengi Avrupai bir duruş sergiliyor ve gazete manşetlerine notlar düşürüyordu.
Selim Bey ve Rabia Sultan'ın gergin bekleyişleri sürüyordu. Bir yandan ajansları takip ediyor, diğer yandan ise gelen misafirleri buyur ediyorlardı. Tedirgin bir bekleyişle her an elleri telefonda, gözleri büyük plazma ekrandaydı. Tahran resmi kanalı gece gündüz demeden askeri yetkilerle görüşmeler yapıyor jeti üreten firmanın mühendislerine ulaşmaya çalışıyorlar ve her an yeni bir sok dakika gelişmesi olarak yayınlıyorlardı.
Her iki tarafta; anne babanın başına gelebilecek en büyük felaketi yaşıyorlardı. Ziyaretçilerin karşısında ayakta dahi zor duran Rabia sultan, ellerinde kolonyalar hazırda bekleyen yardımcıların eşliğinde oradan oraya koşturuyor, umut, ölüm ve çaresizlik üçgeninde kayboluyordu. Siyah parlak saçları örtünün altında dağılmış perçemleri yanaklarına düşmüştü. Yanakları sinir stres ve beklentiyle beraber daha da kızarmıştı.
Dünya üzerinde "benim" diyebildiği tek varlığı, kızını kaybetmiş olma ihtimali, yüreğine bir dağ gibi her geçen dakika biraz daha oturuyordu. Bir de Selim Bey'in bu rahat tavırları onu resmen çileden çıkarıyordu. Kalktı ve pencerenin önünde dikilmeye başladı. Temiz havaya ihtiyacı vardı. Güzel haberlere ihtiyacı vardı ama bir türlü ihtiyaçlarını karşılayamıyordu.
"Rabia sultan... Üzülme artık bak ülke seferber oldu, kızımızı arıyorlar, az önce Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı aradı ve tüm özel ekipleri bölgeye sevk ettiklerini söyledi. Hadi artık kendine gel!"
Selim de gergindi! Olayın bir sabotaj mı yoksa basit bir kaza mı olduğunu öğrenememişti. Ama Rabia Sultan gibi yüreği ağzında atmıyordu. Kadın ise duyduklarıyla hiddetlendi;
"Selim Bey! Kızım. Can parem ortalıklarda yok! Nasıl benden böyle bir şey isteyebilirsin! Sana o kadar söyledim, şimdi çok erken çağırmayalım onlar yeni evliler dedim! Ama sen ne yaptın? Her zamanki gibi beni dinlemedin!"
Ne zaman kulak vermişti ki Selim Bey ona bugün verecekti... Kışta kıyamette zorla birine seyahat ettirmekte nereden çıkmıştı. Düşündükçe geriliyor ve sinirleniyordu. Hele yüreğinin üzerindeki od... Yakıyordu. Hissettiklerini dile getirmeye dili varmıyordu ama... Selim Bey onun bu çıkışına sinirlendi. Bu kadın kendini ne sanıyordu?
"Rabia! Seni son kez uyarıyorum! Kızım hakkında verdiğim hiç bir kararda söz hakkın yok! Gelmeleri gerekiyordu çağırdım! Ve şimdi de aratıyorum, benimle tartışmayı hemen kes!" Rabia sultan artık saçını başını yolmak istiyordu. Bu nasıl bir pervasızlıktı. Öykü'yü o doğurmuştu annesi oydu tabiî ki söz hakkı olacaktı.
"Eğer kızım hayattaysa... Hâlâ yani... Benden susmamı bekleme bundan sonra!"
"Kadın sus artık sus !"
"Susmuyorum Selim, yeter artık! Ya kızım kanlı canlı gelmezse? Ya Allah'ın belası o yerde ölmüşse? Bana hayatında bir kere içten sarılıp teselli etmek yerine tek yaptığın şey yine bağırmak! Unutma Selim Yılmazer! Buralara nasıl geldiğini, nasıl bu kadar yükseldiğini unutma! Ve bana artık bunca seneden sonra hak ettiğim saygı duy! Yoksa..."
"Ne yaparsın yoksa?"
Selim Bey'in kalkan el Rabia Sultan'ın suratında patlayamadan kapı çalınmış ve açılmıştı. Gelen erkek görevli ortamdaki soğuk havayı fark etmiş olacak ki direkt konuya girdi
"Efendim Ankara'dan bir misafiriniz var. Feryâl Atahan."
Selim Bey duyduğu isimle kendine çekidüzen verirken Rabia Sultan kendine bir arkadaş bulmuş olmanın buruk sevincini yaşıyordu. Onu şuan en iyi Feryâl anlayabilirdi.
"Hemen içeri alın bekletmeyin misafirimizi. Ayrıca Feryâl Hanım yoldan geldi yemek odasını hazırlatmaya başlatın. Hafif bir şeyler olsun..."
Kimsenin midesine 3-5 lokmadan başka bir şey giremeyeceğini biliyorlardı ama ayakta kalabilmek için yemeğe ve direnmeye, buna mecburlardı. Görevli misafir odasına alınan Feryâl'e dönüp;
"Efendim sizi bekliyorlar. Beklettiğimiz için özür dileriz." Dedi. Feryâl sadece başını sallayıp ayağa kalkmaya çalıştığında başı döndü ve sendeledi. Kendini çok yaşlı hissediyordu. Görevli seri bir hamleyle düşmesini engelleyerek koluna girdi ve ona büyük salona kadar eşlik etti. Kapıdan girdiği an Rabia Sultan'ın kocaman sarılmasıyla karşılandı. İki anne yüreği şimdi birbirini tamamlamıştı...
Geçen süre zarfında çok fazla sohbet etmediler. İki kadın el ele, gözleri televizyonda bir haber beklediler ve birbirlerine dua etmeyi tembihlediler. Selim Bey ise bir içeri bir dışarı çıkıp telefon görüşmeleri yapıyordu. Bu işin altından bir çapanoğlu çıkacağını biliyordu çünkü yarası vardı ve gocunuyordu. Bu kadar önemli bir anlaşma öncesi bir sabotaj ihtimalini nasıl hesap edemediğini düşünüp duruyordu.
Hatanın büyüğü kendindeydi. Ve şimdi dört bir taraftan sarılmıştı. Yalın'dan destek isteyecekken denize düşen yılana sarılır misali husumet içinde bulunulan ülkelere ağız eğmek zorunda kalıyordu. Türkiye Cumhuriyeti yaptıklarından haberdar olursa vatana ihanet suçundan cezalandırılması içten bile değildi. Ama en gerçeği ise temiz kamanın ne kadar zor olduğuydu. Onlara kendini kabullendirebilmek için senelerdir neler yapmış ne canlar yakmıştı! Ve takdiri ilahi şimdi biricik kızını alıyordu ondan. Yanında güvende olmayacağı için Türkiye'ye yolladığı kızını. Yalın Kılıç Atahan'ın himayesine bile isteye soktuğu kızını! Gözleri televizyon ekranında elleri bıyıklarında geziyor dudaklarını kemiriyordu. Artık her anlamda bitmişti! Hem evladından hem de Büyük Divan'daki görevinden olmuştu. Görevlinin;
"Yemek odası hazır efendim. Servislere başlayalım mı?" sorusuyla kendine geldi ve
"Hadi bayanlar! Evlatlarımız geldiklerinde bizleri böyle bulmasın!" diyerek sofraya buyur etti. Sessizce yenmeye çalışılan (!) yemeklerin ardından Feryâl müsaade isteyerek konukevine doğru ona tahsis edilen araçla yola çıktı.
Bir hafta boyunca mesai bu şekilde devam etti. Ayakta kalabilecek kadar uyuyor yaşayabilecek kadar yiyorlardı. Feryâl ise bu strese daha fazla dayanamadı. Müsaade isteyip Tahran'dan ayrılırken yüreği buruk ve yıkıktı. Asıl onu bekleyen sürpriz ise yağmurlu bir Ayvalık sabahında karşında ona hesap sorarak bakanlardı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Hasret (Yayında!)
General Fiction"İnsan bazen attığı adımlarla kaderine koşuyormuş tazem... Ben onunla evlenirken sana koştuğumu bilemezdim... Onunla karşılıklı susuşurken, farklı bir kimliğe bürünürken, koca olurken, baba olurken sana yatırım yaptığımı bilemezdim... Kader ağları...