Efsun şimdiden değişik hayallere dalmıştı bile ama onun da aklına takılan arkadaki ambarı boşaltacak olmalarıydı. En büyük sorun ise; geçenlerde erzak almak için anahtarı kilide taktığında kapı dilinde sıkıntı olduğunu anlamasıydı. Eğer iki kadın orada kalacaklarsa, mutlaka kapının tamir edilmesi gerekecekti. Köy yerinde şimdiye kadar hiç bir sıkıntı olmamıştı ama bu olmayacağı anlamına gelmiyordu. Hırsızlık, yolsuzluk bir şekilde bertaraf edilmişti ama ahali sadece Hatice'nin her seferinde yakılan evine çözüm üretememişti.
Kim? Neden? Niçin yapıyor? Bilemiyordu kimseler. O ambar; daha önce sırf bu nedenle mağdur olan Murat'ı ve Hatice'yi defalarca ağırlamıştı. Kimsesizliğin ve çaresizliğin insana neler yaptırabildiğine sayısız kere şahit olmuştu genç kız. Bir saman döşekte, ana oğul koyun koyuna çekinmeden, gocunmadan ama hep bir mahcubiyette defalarca yatmışlardı. Ne zaman düşünse yüreği daralıyordu. Köy yerinde tüm hemcinslerinden daha iyi şartlarda yaşıyor ve babasından şehirdeki kadınlar gibi her zaman saygı görüyordu ama buradaki kadınlar için bu maalesef geçerli değildi. Çoğu okuma yazma bile bilmiyordu. Eğer bir gün vatana-millete hizmet etme fırsatı bulursa buralardaki kadınlara okuma yazma öğretmekten mutluluk duyacaktı. Bir harf öğretene 40 yıl köle olmak... Onlar öğrensinler de yeter ki diyordu kölelik etmesinler kimselere. Okusunlar öğrensinler layıkıyla kadın olup hayırlı evlatlar yetiştirsinler...
Hatice ve kendisi dışında kitap yüzü gören yoktu; onu da geçmişti Türkçe konuşabilen 3-5 kadından başkası yoktu... Elbette bu toprakların birden fazla etnik kültürü rengi güzelliği vardı ama "Resmi dil olan Türkçeyi de mutlaka öğreteceğim." Diyordu. Bir lisan bir insan... Babası bilmese onlar hastayken yardım edebilir miydi? O zaman muhakkak bir doktorun bir hemşirenin bilmediğini hesap edip güzel Türkçemizi de öğrenmelilerdi.
Aklı oradan orada seyahat ederken yine kötü anılar kovaladı Efsun'un belleğini, aklına gelenlerden sonra... İster istemez yüreğini bir korku sardı... Kolay olmayacaktı hele de cahil insanlara laf anlatmak çok zor olacaktı. Hatice ablası için köyde birçoğunun kötü düşündüğünü de biliyordu. Hurafelere inanan ve neredeyse din gibi algılayan bu toplum onun başına gelenleri anlayamayacaktı. Yakasına yapışan uğursuzluğu onu hiç yalnız bırakmamış, her daim peşinde bir kara büyü gibi onu takip etmişti ve bu köyün halkı bunu sürekli dillendiriyorlardı.
Genç yaşta kocasının ölüşü, köylerin ve köylülerin onun için birbirine girişi... Köye baraj yapılıp sular altında kalışını da neredeyse ona mal edeceklerdi. Babasının gelip tüm köylüleri ondan kurtardığını bile söyleyenler olmuş bu adeta bir şehir efsanesine dönüşmüştü. Efsun; bir an babasını kara büyü avcısı bir savaşçı gibi hayal etti. Elinde asası üzerinde kendine has tasarlanmış kostümüyle ne de yakışıklıydı! Şuan evin içinde kaynayan kazanlar, otlar, ilaçlar bile sanki buna birazcık inanan birini ikna etmeye yeter de artardı. Sessizce kıkırdayıp düşündüklerini kendine sakladı. Oturduğu yerde bedenini biraz daha rahat bir konuma getirdi. Kitap okumak istese de gözleri ağrıyordu ve bugünlük eli gitmeyecekti.
Murat gittikten sonra yorgunluğuna yenilen babasına kaydı gözleri. Ne kadar da korkmuştu da depremde ufalanan dağ gibi oluvermişti? Onun için her şeyin yeniden başladığının farkındaydı Efsun. Bunu ne zamandan beri tasarladığını da merak ediyordu. Hiç ona bahsetmemişti bu düşüncelerinden. Hâlbuki ağız ucuyla dahi fikrini alması gerekmez miydi? Komşuluk başka şey analık başka şeydi. İnsanoğlu çiğ süt emmiş derlerdi ya Hatice değişirse ne yapardı? Ama yapmayacağını düşünmek istiyordu. Bu evin içinde önceden nasıl rahatsa yine aynı olmak istiyordu. Ama bilinemiyordu işte insanoğlu garip bir mahlûkattı.
En azından babasının aklı artık onlarda kalmayacaktı. Evlenecek kadar ilerlediyse mesele durumlar önemli olmalıydı. Zaten Babası her zaman tehlikeleri önceden sezen bir adam olmuştu ve şimdi ki hareketleri onu korkutuyordu. Suskunluğuna böyle zamanlarda daha da kızıyordu ama aklına gelen şeyle sırıtmasını engelleyemedi. Babası ne kadar suskunsa Hatice ablası o kadar gevezeydi. Allah dağına göre kışını verirmiş derlerdi ya durumun özeti buydu galiba. Birinin eksiğini diğeri fazlalıklarıyla tamamlıyordu. "Bir" oluyorlardı. Kim bilir Hatice ablasının bulaşıcı muzipliği biraz da olsun babasına geçerdi de adamın yüzü birazcık da olsa gülerdi. Gülünce daha da yakışıklı bir adam oluveriyordu ya onun gibi bir eş istedi kendine dua ile. Onun gibi mert ama o kadar da suskun değil. Bakalım bahtına ne çıkacaktı?
Kalkıp sobanın altını kıstı. Fersiz lambanın ışığıyla ortalığı birazcık toparladı. Yorulmuştu ama bugün de bitmişti. Bakalım yeni günler neler getirecekti. Genç adamın yatağının yanına bir döşek atıp kendine bir yatak hazırladı. Bir gün önce adamın iniltileri yüzünden sık sık ona kalkıp bakması gerekmişti. En azından ona yakın olduğunda, devamlı kalkması ve sıcacık yatağından ayrılması gerekmeyecekti. Yatağına girmeden önce son kez ateşini ölçüp, bir sorun olmadığına kanaat getirince lambalardan birini söndürdü ve geceliğini giyip yatağına uzandı. Arkasını ona dönüp bir müddet uyumaya çalıştı. Bugün, çok fazla hayaller kuramamış kendiyle hasbihal yapmaya vakit bulamamıştı. Ruhu böyle zamanlarda sanki aç susuz kalıyor bir kaç satıra bile muhtaç oluyordu. Okuduğu âlemlere çıktığı her seyahatin tadını sonuna kadar çıkarıyor, kendini karakterin yerine koyarak oyunlar oynuyordu. Her şeyden mahrum bu yerde mutluydu fakat yalnızdı! Ve bu oyunlar onun kendine yeni arkadaşlıklar kurmasını sağlıyordu.
Çok geçmemişti ki genç adamın mırıltılarıyla sıyrıldı düşüncelerinden. Acı acı inliyordu, belli ki tekrar ağrılarını hissetmeye başlıyordu. Akşam babası gelmeden önce sürdüğü losyon ve kremin etkisi anlaşılan yine geçmişti. Bu hep böyle mi olacaktı!
"Anlaşılan bana bu gece de uyku yok!" diye isyan etse de yine de içindeki insan tarafı bu sözlere kulaklarını tıkıyor bildiğini yaptırıyordu. Yataktan hırsla kalkıp mutfağa geçti. Pansuman işlerinde kullandığı plastik kabı alıp sobanın üzerindeki güğümden su doldurdu. Ilık su işine gelmişti yoksa şimdi şu saatte kaynar suyu soğutmak için pınara gitmesi gerekecekti. Evde içme suyu bile kalmamıştı ve getirmek için sabahı bekliyordu. Cam kavanozdaki karışımdan bir miktar içerisinde ılık su olan plastik kaba ölçeğinde boşalttı ve bitki lifinden yapılma özel bez ile pansumanına başladı.
Yüzünden başlayarak tüm bedenini hassas ve nazik dokunuşlarla temizledi ve ardından yine özel yapım kremi bezle sürmeye çabaladı. Ama olmuyor, bez tüm kremi emiyordu! Bir süre sonra baktı ki böyle olmayacak kolları sıvadı ve ellerini utana sıkıla genç adamın teninde gezdirmeye başladı. Parmaklarına aldığı bir miktar kremle yüzünden başlayarak, tüm yaraların, patlakların, kesiklerin üzerlerini itina ile dolaştırdı. Krem etkisini gösterdikçe iniltiler de azalıyordu. Doğanın bağrında yetişen tüm bu iksirli bitkiler için şükretti. Şu şartlarda ağlaya inleye ölebilecek bir beden birkaç bitki ile acısından sancısından kısa süreli de olsa kurtuluyor soluklanıyordu. Demek ki eski dönemlerde de insanlar böyle tedavi ediliyordu. İbni Sina'nın göz ve kafatası ameliyatları yaptığını okumuştu kitaplardan birinde. Hiçbir şeyin olmadığı zamanlarda savaşlarda yaralanan bedenler de böyle tedavi ediliyordu demek ki! Teknoloji ne büyük nimetti şimdi bir kere daha şükrediyordu ondan mahrum kalmayanlar için. "Darısı köydeki beş genç adamın başına!" diyordu.
İniltiler azalmaya başladıkça kendi tenindeki uyuşukluğu da fark etmeye başlamıştı. Genç adamın teninin bu şekilde uyuşup rahatlattığını ve acılarının hafiflediğini de böylelikle anlamış oldu. Yoğun karanfil kokusu içeride tütsü etkisi yaparken insanı resmen sarhoş ediyordu. Başı dönmeye, gözleri kararmaya başlamıştı ama tatlı bir rehavet çökmüşü. Uyku ile uyanıklık arasındaki o tatlı şekerlemeler gibi... Ellerini genç adamın saçlarında gezdirirken hayran hayran bedenini süzüyor ama fark etmiyordu. Yaralı teni bile gözüne o kadar güzel görünüyordu ki, dokunmak için yanıp tutuşuyordu. Kendine bahane yaratabilmek için, bir miktar krem daha aldı avucuna ve genç adamın yeni uzayan sakallarının üzerinde gezdirdi. Cildi tahriş olmaya başlamıştı ve kremlemek lazımdı değil mi? Evet kesinlikle, o çivi gibi uzayan sakallar canını yakacaktı ve şimdiden önlemini alsa iyi olurdu. Yüreği çırpınana bir kuş, içinde garip duyguların telaşı, benliğinde mahrem dürtülerin iğnelemeleri vardı. Ne yaptığının bilincinde olarak titreyen parmakları, dudaklarının kenarlarında gezmeye başlarken aralanan dudaklarla nefesini tuttu
"S..su..."
Duyduğu kısık ve titrek sesin bir sanrı olduğunu zannetti önce. "Bir daha söylersen, getireceğim..." dedi hastaya işkence ettiğinden habersiz... Aynı anda genç adam sanki sesini duymuş gibi tekrarladı fısıldamasını...
"S..su..."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Hasret (Yayında!)
General Fiction"İnsan bazen attığı adımlarla kaderine koşuyormuş tazem... Ben onunla evlenirken sana koştuğumu bilemezdim... Onunla karşılıklı susuşurken, farklı bir kimliğe bürünürken, koca olurken, baba olurken sana yatırım yaptığımı bilemezdim... Kader ağları...