Hasan, bin bir zahmetle ve birçok düşme tehlikesi eşliğinde geldiği yerde nikâhı kıymış, duasını edip tüm ahaliye bir de âmin dedirtmişti. Kaynayan kazanlar, ortalık yerlere yakılan ateşler ve davul zurna eşliğinde başlayan düğün, çalışanlar için bir işkence, geri kalanı için erken gelen bir baharın şenliği gibiydi. O sırada Zeliha Ana Hatice'nin yanına geldi;
"Kızım ben eve geçeyim. Hastalar tek kaldı malum. Hadi, gülün, oynayın... Allah mesut mutlu eylesin. Dikkat et dediklerimin dışına çıkma, hemen herifin koynuna atlama az biraz naz yap ancak öyle kıymetin olur!" dedi v görmeyen gözünü kırpıp arkasını dönüp evinin yolunu tuttu. Hatice ise arkasından sadece gülümseyebildi ve hemen yamacındaki Efsun'un koluna heyecanının verdiği sarhoşlukla biraz daha sıkı sarıldı.
Kaynayan semaverlerden içilen çayların tadı herkesin damağında enfes bir tat bırakırken, edilen sohbetlerle köy yeri epeydir hasret kaldığı bir birliği sergiliyordu.
Kadınlar Hatice'yle Efsun'u zorla oyuna kaldırırken, Bilâl; zor bela eline verilen mendille girdiği halay başı sınavının üstesinden tüm heybeti ve azametiyle gelmişti. Çalgılar sustuğunda ise davulcunun kulağına doğru eğilip istediği şeyi söylemiş, şaşkın bakışlar arasında seneler sonra bir de efe oyununa girişmişti. Ahali, yabancı olduğu bu ritim ve dansı merakla izlerken, Hatice bu adamın onun kocası olduğunun verdiği haklı gururu yaşıyordu.
Kollarını bir kartal gibi açışı, kendi etrafında dönüşü, bedenini ustaca hareket ettirip bir akbabanın avına odaklanışı gibi dizlerinin yere dayayışı...
Ve tüm bu hareketler esnasında gözlerini bir an bile ayırmadığı Hatice... Davul her vurduğunda ve zurna özlediği her nağmeyi acemilikle çalmaya çabaladığında, Bilâl topraklarını ne kadar özlediğini bir kere daha anlamıştı...
Halk oyunlardaki başarısı onun her daim etkinliklerin aranan yüzü olmasına vesile olmuş ve her seferinde gözlerine kestirdiği kızlara dalarak gerçekleştirmişti danslarını. Horon da ondan sorulurdu, zeybek de. Hatta ve hatta iç Anadolu ve Trakya ezgilerinde bile ustalıkla konuştururdu beden dilini. Okulda ya da mahallelerinde hiç bir genç kızın hayır diyemediği bir genç olmasına vesile olan bu dansları seneler sonra "Eşi" olan kadının karşısında yapıyor olmak, kendini 40'lı yaşların sonlarına yaklaşan bir adam gibi değil de henüz askere bile gitmeyen bir delikanlı gibi hissettirmiş, özgüvenini bir kere daha kendine getirmişti.
Keza Hatice'nin bakışlarının da 18'lik bir tazeden farkı olduğu söylenemezdi. Ellerine yakılan kınalar, gözlerine çekilen sürmeler ve yöresel kıyafetleri içerisinde çok farklıydı Hatice... Hiç kocaman oğul anası bir kadın gibi değil, koklanmamış taze bir gül goncası gibiydi...
Her göz göze geldiklerinde, aralarında sadece kendilerinin hissettikleri o bağ sanki bir cereyan akımına tutuluyor, Bilâl'in çakmak gözleriyle barut gibi alev alıyordu. Hatice tüm soğuğa rağmen yanaklarına yer eden kırmızılarıyla, adamın gözlerine en güzel şenliği ettiriyordu...
Murat; erkeklerin tarafında elleri önünde bağlanmış bir vaziyette artık babası olan adamı izlerken, figürlerin güzelliğinde kendini kaybediyordu. Babası tüm bu figürleri nereden öğrenmiş olabilirdi?
Oraların kendine has 2 kişilik oyunları ya da birçok kişinin katıldığı oyun havaları vardı. Lakin Bilâl'in hareketleri, hiçte buralara özgü gibi durmuyordu. Murat; ilk fırsatta kadınları etkisi altına alan ve hayranlık uyandıran bu oyunu öğretmesi için babasına baskı yapmayı aklına koydu.
Keza yazın yine düğün mevsimiydi. Ve diğer köylerden gelen giden kızları bu şekilde pekâlâ etkileyebilirdi. Daha erken olduğunu bilmesine rağmen belki bu sene anasını evlenmek için ikna edebilirdi.
Büyüdüklerini göremiyorlardı ama Murat onlarla aynı fikirde değildi. Sonra yüzünde bir gülümseme belirdi. Kalın siyah kaşları düşündükleriyle havalandı. Dudaklarına muzip bir gülümseme kondurdu. Artık babası vardı değil mi? Belki onu ikna edebilirdi. Erkek erkeğe bir sohbet hiçte fena olmazdı. Onun halinden en iyi o anlardı. Geçen sene anlamamış mıydı?
Ve aklına gelen şeylerle gözleri bir kere daha ışıldadı. Geçen sene; diğer köyde gördüğü Melek'i hatırladı. Ne dil dökmüştü de ikna edememişti onunla kaçması için...
"Ben sana kurban olayım Melek! Gel benimle valla duramıyorum artık!" demişti de, Melek Nuh demiş peygamber dememişti...
"Ben dul karı mıyım? Anan gelip istesin babamdan! Ayrıca başlık parasından kurtulacaksın aklınca benim gözüme baksana sen !" deyip ellerini beline nasıl da dayamıştı...
Aslında; aşkından ölmüyordu Murat ama başka şeylerden dolayı pekâlâ ölebilirdi! O öyle deyince şimdi uçağın enkazının olduğu kayalıkları tırmanıp;
"Meleeaaaaaak... Melaaaaakk... Anaaaaaa... Bana onu aaaaaaaaaaal! Noluuurrr!" diye bağırdığı aklına geliverdi.
Aynı gün ikindi vakti kahvede çaycı Rüstem'in ona verdiği şeyi içtikten sonra sakinleşeceğine kudurmuş, hem tadından midesi bulanmış, hem de kafası bir süre sonra iyice gidivermişti. Tek hatırladığı, kıçını yırtarcasına köyü birbirine kattığıydı. Sonraki birkaç gün köy onu nasıl da dalga malzemesi yapmıştı? Şimdi bile hatırladıkça, sinirinden kanı kaynıyor suratı renkten renge dönüyordu.
Derdini kimseye anlatamadığına mı yansın, Melek'i başkasıyla evlendirdiklerine mi yansın! Gecenin yarısı o hırsla soluğu Rüstem'in evinde almış, adamı bir güzel dövmüştü. Rüstem ise yaka paçası parça pinçik olmuş, kısacık boyuyla Murat'ın elinde oradan oraya savrulup durmuştu.
O zaman yine yanında Bilâl'den yani "Babasından" başka kimse durmamıştı. Çakır gözleri karanlık köy meydanında, ateş böcekleri gibi parlamış deli gibi bağırmıştı;
"Ne izliyorsunuz kavgayı ayırsanıza! Ayımı oynuyor burada!" ve devam etmişti Rüstem'e dönüp;
"Hadi sen gündüz vakti ziftlendin bu bebeyi niye oturtuyorsun o masaya be adam!" hırsını alamamış ayaklarının altındaki çakıl aşlarına bir tekme savurmuştu. Ellerini saçlarının arasından geçirmiş;
"Murat sen de kendine gel! Bu adam senin dengin mi cüssenden utan evlat, hiç yakışıyor mu sana ?" demişti.
Rüstem'in ağzına burnuna oracıkta pansuman yapmış, Murat'ın koluna girip Rüstem'in kahvesini açtırmış ve tezgâh arkasından şişeleri çıkarıp masayı donatmıştı.
"İçeceksen bile bundan sonra benimle!" demiş kestirip atmıştı... O günden sonra; tek dert ortağı olan adamın ettiği bin bir türlü nasihatle vazgeçmişti olmayacak duaya âmin demekten.
Şimdi ise; "İyi ki nasihatlerini dinlemişim!" diyordu. O zamanlar Melek onunla kaçıp gelse, içine düştükleri sıkıntılara bir de onu ortak edecek, belki anasının bu güzel günlerini görmek bile kısmet olmayacaktı. Hem böylesi daha iyiydi. Hep hayalini kurdukları bir bir gerçeğe dönüşüyor, hayat hem kendi hem anası için daha da yaşanılası bir şey haline geliyordu...
O olaydan sonra; Bilâl'in onu kasabaya geneleve götürmesi ise tam bir fiyaskoydu. Murat; hiç bir kadını beğenmemiş, "el değmemiş" bir kız isteyip durmuş, herkesin burnundan getirmişti. Artık kadınlardan biri dayanamayıp;
"Sen buraya tecrübe mi kazanmaya geldin, yoksa evlenilecek kadın bulmaya mı evlat?" demişti.
Bilâl ise olayları bıyık altından gülümseyerek izlemiş, Murat'ın bir türlü düşmeyen ateşine rağmen, hiç bir kadına elini sürmek istememesini gizli bir gururla karşılamıştı.
"Olmaz Bilâl abi yapamam!.." demişti. Sindirememişti herkesin el değdiklerine elini sürmeyi... Hem Bilâl ağabeyi de hiç bir kadına gitmemiş, onun tavırlarını izlemişti. Bilâl abisi duruyorsa o da pekâlâ durabilirdi. Hem sadece kadınlardan namuslu olmalarını beklemek Murat'a ters geliyordu. Namus denince akla kadın gelmesinden de tiksiniyordu. Annesi gözlerinin önünde bir namus timsaliyken, senelerce hiç kimseye kuyruk sallamamışken kendi de en az onun kadar onurlu ve namuslu olabilmeliydi. Çünkü öğrenmişti Murat;
"Bilâl gibi erkeklere, Hatice gibi hanımlar yakışıyordu..."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Hasret (Yayında!)
General Fiction"İnsan bazen attığı adımlarla kaderine koşuyormuş tazem... Ben onunla evlenirken sana koştuğumu bilemezdim... Onunla karşılıklı susuşurken, farklı bir kimliğe bürünürken, koca olurken, baba olurken sana yatırım yaptığımı bilemezdim... Kader ağları...