İç kanama olsa şimdiye kadar çoktan ölecekti belki ama anlaşılan direniyordu. Enfeksiyon ve iltihap kapacağı bariz bir gerçekti ki hastane koşullarında bile kimi zaman bunu engellemek mümkün olamazken bu kadar imkânsızlığın arasında ne yapabilirdi? Öğrendiklerini uygulamaktan başka elinden ne gelirdi? Hiç bir şey!
Diğer tarafı ise huzursuzdu! Uçaktaki vericiler yerlerini rahatlıkla tespit ettirebilecekken neden hâlâ gelen giden yoktu? Her ne olursa olsun yetkililerin bu jet ile alakalı araştırma yapacakları aşikârdı. Önemli ve zengin biri için ise devletin tüm kuvvetleri seferber edilirdi! Acaba değişmiş miydi artık bir şeyler dış dünyada, artık daha farklı mı işler olmuştu? Belli ki zengin, kodaman insanlardı! Bir şeyler anlamsız geliyordu!
Kaldı ki mezra uçak güzergâhında bile değil, havalimanının ters istikametindeydi! Burada ne işleri vardı ne şartlarda kaza yapmışlardı? Her şey uçağın kara kutusundaki bilgilerde saklıydı. İçi tekrar sıkıldı! Buradan giderken o adamın canını alması farzdı! İnsanlar can çekişirken o hâlâ hayvani hesaplar yaparak para peşinde koşuyordu! Aklından geçen her tilki Bilâl'in zihninde yanıtını buluyordu lakin bilmiyordu! Elbet Bilâl oyunu kuralına göre oynayacaktı!
Bu arada Efsun sofrayı hazırlamış babasının işinin bitmesini bekliyordu. Onun da gözleri babasının itina ile muayene ettiği bedende takıldı. Kim bilir sevenleri onu nasıl da arıyorlardı? Acaba evli miydi? Bekâr ya da nişanlı? Arkasında birini bırakmış olmasın diye için dua etti... Çok acıydı! İnsanın sevdiğini, oğlunu belki de kardeşini ya da babasını bu şekilde görmesi... Hiç o duruma gelmek istemediğini fark etti, gerçi kim gelmek isterdi? Onun yerinde bir başkası olsa çoktan ölüp giderdi belki ama o her şeye rağmen direniyordu!
Gün içerisinde bir şeyler mırıldandığını da fark etmişti Efsun... Kesik kesik ve yarım cümleler anlamsızdı ama sanki kendine güç ve sabır telkin ediyordu genç adam. Onca ağrı, acıya nasıl dayanıyordu kim bilir? Eline kıymık batsa canı acırdı Efsun'un! Ve onun bedeninin halini gördükçe iştahı kesiliyordu! Belki bir hastanede olsa çok güçlü ağrı kesiciler enjekte eder ve acılarını hissetmemesini sağlarlardı ama burada yapabildikleri tek şey bu etkiyi gösterebilecek bitkilerden losyon ve krem yapmaktı! Bu adama elleriyle can vermek zorundaydı! Her gün işkenceye dönüşen bir döngüde devamlı pansuman yapmak zorundaydı! Bir an bunaldı! Yaptığı yemeklerin kokusundan bile tiksindiğini fark etti! Ne vardı onların da normal hayatları olsaydı?
Bilâl iğneyi vurduktan sonra, son bir kez ateşini kontrol etti genç adamın. 39 derece ateş bu gibi durumlara çok normaldi fakat diğer taraftan da tehlikeliydi! Zaten bir saate kalmaz ilaç etkisi gösterirdi. Keşke elinden bir şeyler gelseydi de şehre götürme imkânına erişebilseydi... Tüm umudunu bir an önce onları arayamaya çıkacak yardım ekibine bağladı.
Sofraya oturduğunda ise ne kadar acıktığını fark etti. Beraber Efsun'un hazırladıkları yemekleri yedikten sonra temiz bir kâseye çorba doldurdu Bilâl ve Efsun'a uzattı. Efsun anlamayan gözlerle baktığında ise gülümseyerek
"İçiriver garibe bi'zahmet yavrum, ben çok yoruldum uzanayım biraz..." dedi. Efsun bundan hiç hazzetmedi ama babasını da kıramazdı;
"Tamam, baba da... Nasıl yapacağım ben o işi?" sesinden mutsuzluk akıyordu.
"Yaparsın kızım... Sana güveniyorum ben, hadi üzme beni..."
Efsun sessizce babasına itaat etti, gerçi ne diyebilirdi ki? Eninde sonunda kabak onun başına patlayacaktı. "İş başa düştü madem..." deyip babasının elindeki kâseye uzanırken; kaşığın büyük olduğunu fark etti.
"Baba ufak kaşık getireyim. O koca kaşığı o ağza nasıl sokacağım?" diye hayıflandı. Genç adamın dudakları ya patlak, ya yanık, perişan bir haldeydi... Mutfakta epey süre oyalandıktan sonra sonunda şeker kaşığında karar kıldı. Sofradaki kâseyi eline aldı ama eli ayağı da birbirine dolanmıştı. Dizlerine başını koymadan içiremezdi yoksa çorba genç adamın genzine kaçar, tez vakitte öbür tarafa postalardı. Elindekileri yere bırakıp dizlerinin üzerine çöktü ve genç adamın başını kaldırıp dizlerinin üzerine bıraktı.
Genç adamın dudaklarından dökülen iniltilere ise gözleri doldu ama yapacak bir şey yoktu. Yarı açık dudaklarından ılıttığı çorbayı akıttıkça o seslerle birlikte gözyaşları da istemsiz yanaklarından aktı. Ağladığını fark etmiyordu bile! Bir insanın çektiği iniltilere içi acıyordu! Ki hali de zaten ortadaydı!
Bir başkası kendi durumda olsa, belki tiksinir ona göz ucuyla bakamazken; o bakmak hatta tedavi etmek zorundaydı. Ama uğraşmak ta istemiyordu bir tarafı! Elin adamına bakmak zorunda mıydı? Üstelik babası her şeyini üzerine atmıştı! Kişisel temizliklerinde bile Efsun'a zar zor yardım ediyordu o da kızı ona küsüyor diye yapmak zorunda kalıyordu. Ama bir genç kız için bir erkeğin altını temizlemek ne kadar aşağılayıcıydı anlamıyordu! Hele de karşısındaki tüm yara beresine rağmen, bu kadar yağız bir bedense... Her şey arapsaçına dönüyordu.
Efsun çekiniyordu onu tüm çıplaklığıyla, mahremlik duygusundan yoksun görmekten! Genç adam çıplak yatmak zorundaydı ve üzerinde ki çarşaf ancak belden aşağısını kapatıyordu. Genç kız babasından sonra ilk defa böyle iri ve harika bir erkek bedeniyle tanışıyordu. Mevsim kış olmasına rağmen genç adamın bedeni esmerin en güzel tonuydu ve göğsü de dâhil, hiç bir yerinde tüy yoktu. Kitaplığının bir köşesine öylece atıverdiği dergilerdeki kapak mankenlerini andırıyordu fakat yetmiyordu işte... Bedeni tapılası bile olsa kan, irin içinde ve perişan haldeydi!
Hatice; oğlunun şaşkın bakışları arasında sevinç gözyaşları döküyordu. Murat ise anasının, bu hale neden geldiğini bir türlü anlayamıyordu. Üzgünken ağlanırdı biliyordu, peki ya mutluyken? Şimdi anası, hangi duygularla gözyaşı döküyordu? Hiç bilemedi... Sadece "Tamam oğul git haber ver, bende toparlanayım..." dediğini duyabildi... Üzerine hırkasını geçirip ayaklarına kara lastiklerini giydi ve kendini kapıya zor attı, şaşkındı!
"Kadın milletini var ya... Yohhooo... Ben anlayana kadar..." dese de cümlenin sonunu getiremedi. İlk bulduğu taş parçasına hafif yuvarladığı parmakları vurup; "dağlara taşlara..." derken bir yandan da kulak memesini çekiştiriyordu. Bu böyle değil tam tersiydi sanki ama;
"Olsun..." deyiverdi... En fazla anası gibi biri çıkardı karşısına...
"Şimdi Allah için anam da güzel kadın..." derken, vakur duruşunun altında içinde büyüttüğü ergenliğin, hakkını veren garip şeyler de hayal etmiyor değildi...
Murat'ın korktukları başına gelmemiş, bakır güğüm kafasına inmemişti. Ya da; bir kaç tahta kaşığın hedefi olmamıştı. Sanki ortalığı yarım saatte velveleye veren o esrikli kadın gitmiş, yerine el değmemiş 15'lik bakire gelivermişti... Anasının Bilâl abisini her zaman yaşlı bulduğunu biliyordu ve bu yüzden bu duruma anlam verememişti. İstemem yan cebime koy durumu olmuş gibiydi ama istememezlik gibi bir hâl de sergilememişti. Her halde olsa olsa bu yeme de yanında yat gibi bir şey olsa gerekti!
Yılların verdiği güvenle, belli ki anası da kendisiyle aynı fikirdeydi. Artık iyice yorulmuş, korunup kollanmaya olan ihtiyacı hiç azalmamıştı. Murat'ı bir de her sene yaz mevsiminde evlerine düşen ateşin nereden geldiğini bulamayışları yiyip bitirmişti. Belki annesi de onun gibi düşünüyordu? Bilâl ağabeylerinin evinde; onlara kimse zarar vermez, veremezdi! Bilâl deyince; akan sular bile durur, hazır ola geçerdi öyle değil mi?
Hazır ol demişken; o kadar kişi o evde nasıl kalacaklardı ne yapacaklardı? Şart koşacağı bir kaç nokta vardı bakalım ne olacaktı? Ne Efsun'u, ne anasını, tanıyıp etmediği adamların yanında tutamazdı. Şartlar daha iyi olsaydı "Keşke mevsim kış olmasaydı!" diye veryansın edip bir küfür savurdu... Kar olmasaydı, ehh biraz da güneş parlasaydı, şöyle güzel, bir kaç odalı bir ev yaparlardı. Gerçi bir kaç güne illa ki bir ekip gelir yaralıları falan toplar götürdü herhalde! Köyde zaten huzur yoktu ve şimdi bir de bu olay olmuştu. Bahtsız bedevilikte üstlerine yoktu! Gerçi en azından bundan sonra güzel bir çatı altında sevdiği insanlarla yaşamak nasip olacaktı...
"Köyün en büyük ve en güzel evi," diyemırıldanarak hayal etti Murat... Şu yaşına kadar, acaba bir kez olsun rahat birminderde oturabilmiş miydi? Cevabı hep "Hayır!''dı.Anası; didinir, uğraşır, hazırlar ve her sene yanan evin içinde kül olurdu tümemekler... Bu sene anası da boş vermişti... Artık hayattan bile vazgeçmiştisanki... Hayallerinin yanıp kül olması, artık canına tak etmişti demek ki...Camın önündeki saman sedir ve iki sandalyeden başka eşyaları bile yoktu kionlar bile emanetti bu zamana kadar... Artık bahtlarının onlardan yana dönecekolması; yeni bayramlıklar alınan küçücük bir çocuk gibi sevinmesini sağlıyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Hasret (Yayında!)
General Fiction"İnsan bazen attığı adımlarla kaderine koşuyormuş tazem... Ben onunla evlenirken sana koştuğumu bilemezdim... Onunla karşılıklı susuşurken, farklı bir kimliğe bürünürken, koca olurken, baba olurken sana yatırım yaptığımı bilemezdim... Kader ağları...