Ellerini alnının çatısında ve şakaklarında gezdirdi. Çok yorulmuştu. Bugün bitmek bilmiyordu. Gün içinde şu havada çatı ile uğraşmış, hava kararmaya başladığı an daha dinlenemeden bu olay patlak vermişti. Çakır gözleri loş odada umut dilenerek bakıyordu şimdi. Belki bir insan evladı çıkar "şu garibi de ben götürürüm" der diye umut diyordu. Ama çoğunun yüz yere bakıyordu. Anladı Bilâl. Yine birileri düğmeye basmıştı. Bu nasıl bir düzendi aklı almıyordu. Zaten onlar yüzünden reddedilmemiş miydi seneler önce devletten gelen yardım teklifi? Bu insanlar ne zaman akıllanacaktı. Bu korku niyeydi? Baraj altında kalan köylerinden dolayı, devletin onlara verdiği paraları almış, fakat daha önce yayla olarak kullandıkları, bir tarafı sarp kayalıkların, diğer tarafı ise baraj gölünün sardığı bu arazide, yeniden bir köy inşa etmemişler miydi? Devlete kaydını dahi yaptırmadıkları bu mezrada, hala su ihtiyaçlarını pınarlardan karşılıyor ve teknolojinin hiç bir imkânından faydalanamıyor olmalarını aklı almıyordu Bilâl'in!
Belki de bu onun işine gelmişti. Netice de burası 'bilinmeyen' bir yer olduğundan, saklanması ve barınması gayet kolaydı. Mumla arasa böyle bir yeri bulamazdı ama o zor durumda ve bir mecburiyeti yaşıyordu. Peki ya buradaki insanlar? Evet, köy hayatını sevdiklerini anlayabiliyordu ama bir Allah'ın kulu da kalkıp kaymakama, valiye gidip şikâyet etmiyor "ben de burada yaşıyorum kardeşim!" demiyordu!
Aklının kenarından yazın Efsun ile gittikleri sinema filmi "Ay Lav Yu" geçti. Orada da devlet geldikten sonra huzurları kaçmıştı milletin. Acaba bu muydu düşündükleri? Unuttukları ise filmde elektrik bile varken, kendileri karanlıkta kalıyordu. Gerçi hâlâ nasıl bulunamadıklarını da anlayamıyordu ya! Uydular vesaire ne işe yarıyordu? Dünya dışarıda gelişirken, buranın tam tersine medeniyetten uzak olması, hâlâ ulaşımlarını at arabalarıyla sağlamaları, okulun ve sağlık ocağının olmayışını ve insanların burada yaşama inadını anlayamıyordu Bilâl.
Onlar yüzünden kasaba ile aralarında bir yol açılamamış ve köy halkı mağdur edilmemiş gibi, bir de her taşın altından yine kodaman köy ağaları çıkıp, insanların iyi niyetlerini kullanmıyorlar mıydı deliriyordu Bilâl. Kışın tam 7 ay şehirle bağlantısı kesilen bu mezrada öyle çok şey eksikti ki? Eğer bir gün eski hayatına dönebilirse, buradaki insanlara çok değişik imkânlar sunacağını söz veriyordu kendine her defasında. Özellikle de böyle çaresiz zamanlarda bu isteği daha bir katmerleniyor, ilk fırsatta kızını alıp geride bıraktığı geçmişine, özüne, gerçeğine dönme isteği kamçılanıyordu. Yolsuz, elektriksiz, evlerinde su olmayan, telefonsuz ve olsa bile çekmediği bu yer, okyanusun ortasında unutulmaya yüz tutmuş ve seneler sonra ortaya çıkacak, hayatın renklenmeyi beklediği bir ada gibi, hem bakir, hem katlanılmazdı!
"Ben bu genci götüreyim oğul..." dedi yaşlı kadın. Yaşı altmışların sonunda, tek gözü görmeyen Zeliha ana, bir başına yaşayıp gidiyor, bazen aylarca kimsenin onun kapısını çalmadığı oluyordu. Konuşmasına devam etti;
"En azından meşgale olur oğul, iyileşir, yoldaş olur gidene kadar. Yalnızlık zor..." derince iç çekti. Bilâl yaşlı kadına hürmeten ellerini avuçlayıp öptü ve
"Sağ olasın anam!" dedi. Başkaları çıksaydı illaki yaşlı kadına yük etmek istemezdi ama elinden gelenler kısıtlıydı. O sırada nefret ettiği ses kulaklarının dibinde bitti;
"Bu adamı da ben götüreyim" dedi Muhtar Ali ve devam etti;
"Belli ki makam mevki sahibi insanlar... Ellerimizde ölmelerini istemem... İsteyerek götürmüyorum ama iyileşirlerse, kendi çapımızda bir şeyler bekleyebiliriz, ne dersin Bilâl?'' konuşurken yüzünde çirkin bir sırıtmayla sakalını sıvazlıyordu.
Lakabı muhtardı Ali'nin de; makamını terk edeli seneler olmuş, geçmişi sular altında ki köyde kalmıştı bile. Eskiden kalma dil alışkanlığı 'Muhtar Ali'ydi o. Köyün bu hale gelmesine, insanları böyle rezil bir hayat sürmesine rağmen, hâlâ efendi havalarında, elleri cebinde tüm gün aylaklık eder, ona buna laf atar, millete huzur vermezdi.
"Açık konuşayım Bilâl ağabey... Anamla ben bir başımıza karnımızı bile zor doyuruyoruz. Ama seni zor durumda bırakmakta istemiyorum. Yine de... Şu garibi de ben götüreyim. Diğerinin durumu hiç iyi görünmüyor, en doğrusu onu senin götürmendir!" dedi Murat. Bilâl'in yüzü gururla beraber ışıldadı.
Babası seneler önce, köyü sular basmadan çok önceleri, köy kahvesinde komşu köyün adamlarıyla kavgaya karışmış, patlayan silahtan çıkan kurşun, adamın tam kalbine isabet etmişti. Kimse ben katilim demedi... Herkes sustu, Hatice kadın ağladı... Kan davası dediler... Töre dediler... Sustu Hatice... Kıyamadı Murat'ına... Salamadı adressiz kurşunların ortasına. Şimdi ise burada kıt kanaat, insanlardan uzak, mezranın en dışındaki evde oturuyor, oğlu ile birbirlerine can yoldaşı oluyor, karınlarını ise Bilâl'in, herkesten gizli onlara ulaştırdıklarıyla doyuruyorlardı. Her şeye rağmen...
Koca köyde 15 yaşındaki Murat dışında herkes susmuştu. Kendileri hala kukumav kuşları gibi düşünürken, açlıktan nefesi koktuğundan emin oldukları halde evlerinin kapılarını cömertçe açan bu gence, içlerinde beliren hayranlıklarını, karanlığın ardındaki bakışlarında gizliyor... Yine de susuyorlardı.
Bilâl gözlerini önce, hâlâ bir şeyler anlamaya çalışan Efsun'a, sonra yerde yatan yüzü gözü yara bere, yanık içindeki bedene çevirdi. Onu kurtarmak için verdiği son çaba ve o son patlama... Murat olmasa belki ikisi birden o patlamada öleceklerdi. Belki si yok, muhakkak gerçek buydu! Dirsekten aşağısı acılar içinde yanan kolunu sakınarak, gözlerini gergince çevresinde gezdirdi.
Önündeki beden, çetrefilli bir tedaviyi gerektirecek kadar kötü bir haldeydi. Eğer hava şartları iyi olabilse, uydu telefonunu devreye sokup, ilk ambulans helikopterle bağlantıya geçerdi ama şu şartlarda böyle bir işe girişmesi mümkün değildi. Ve 'nasılsa jetin bir takip sitemi vardır da çok uğraşmama gerek kalmaz' diye geçirdi içinden.
Gerçi yer tespiti yapılıp yola çıkanlar olsa bile, hava şartları böylesine kötü giderken ikinci bir kaza olması içten bile değildi. Yapacağı tek şey ise, yerde yatan bu bedene, elinden geldiğince yardım etmekti... Bir an aklına gelen ihtimalle irkildi Bilâl. Kendine bile sormaya çekindi. İki ucu boklu değnek elindeydi ve ne tarafından tutarsa tutsun elleri kirlenecekti. Kanserli bir hücre gibi yankılandı sorular beyninde. İhtimalleri hesapladı. Pilot, yardımcı pilot, host, hostes, teknik personel şimdiden beş kişi saymıştı. Beş erkek... Hostes neredeydi? Yolcular hangileriydi?
"Acaba..." dedi içinden; "Acaba içeride başka biri kalmış mıydı?"
Korktuğunun başına gelmemesi için dua etmekten başka sansı yoktu. İçinden sessiz dualar ederken çarşaftan bozma sedyedeki genç adam ve kızı ile evin yollarını tutmuşlardı.
*****
Burada yeni okurların yorumlarını bekleyen meraklı bir yazarsı var haberiniz olsun ;)
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Hasret (Yayında!)
General Fiction"İnsan bazen attığı adımlarla kaderine koşuyormuş tazem... Ben onunla evlenirken sana koştuğumu bilemezdim... Onunla karşılıklı susuşurken, farklı bir kimliğe bürünürken, koca olurken, baba olurken sana yatırım yaptığımı bilemezdim... Kader ağları...