''Hoş geldin ağabey" diyen Murat Bilâl'in elinden öperken hürmetliydi. Bilâl ise ellerine değen buz gibi parmaklarla adeta aklını yitirecekti. Bu çocuğun elleri hiç ısınmayacak mıydı?
''Hoş bulduk koçum... Sen az gelsene benimle dışarıya... Hatice, sen de kapının yanına koyduğum çuvalı içeri alıver de, ıslanmasınlar..." derken sesi ima taşıyordu. Birkaç kere onlara getirdiğini ima etmemiş öylece bırakmış ve günler sonra geldiğinde çuvalı yine girişte bulmuştu. Üstelik evde yemek bile yoktu!
Çayından aldığı son yudumla ayaklandı Bilâl. O önden, Murat arkadan evden çıkmışlar, kapının önündeki boz çam ağacının dibinde dikilmeye başlamışlardı. Murat; Bilâl'in ne konuşacağından bihaber, annesinin giderayak eline tutuşturduğu çay bardağına can simidi misali sarılmıştı.
''Kişisel eşyalarınızı hazırlayın" dedi Bilâl dakikalar sonra. Sesi itiraz kabul etmiyordu. Ama Murat bu talep karşısında şaşkındı;
''Neden ağabey?" Bilâl Murat'ın sorusuna içinden geçenleri söylemek istese de hedef şaşırtmak daha halliceydi.
''Bu evde, bu soğukta daha fazla kalamazsınız... Hazırlanın bize gidiyoruz!" Murat duyduklarıyla havalara uçmak istese de, yapamadı. İçinden geçenleri ağabeyiyle paylaştı.
''Ağabey, bir göz odalı eviniz size anca yetiyor... Bir de şimdi iki yaralı adam... Mümkün değil... Gelemeyiz... Yatacak yatak, oturacak yer yok... Kabul edemeyiz!" Bu tepkiyi pek tabi bekliyordu Bilâl. Murat hiçbir zaman bencil bir delikanlı olmamıştı. Belli değil miydi gözünü kırpmadan alevlerin arasına girip onları kurtarışından...
''Arkadaki ambarı şimdilik size ayarlarız... Kış bitene kadar... Hem yaralı adamı düşünmelisin... Günde kaç kere odun kesmeye gittiğini biliyorum! Ev yine de buz gibi!" Elleriyle bir yandan da evi gösteriyordu. Sesi sinirliydi.
Bilâl; senelerin suskunluğuna inat, dilinden dökülen kelimelerle cevaplar verdi Murat'a... Hiç bu kadar konuşması, uğraşması gerekmemişti... Bu yüzden değil miydi kendilerini yalnızlığa terk edişleri? Bu yüzden değil miydi Efsun'a bile kitaplardan arkadaş yaratma çabaları?
Konuşunca sırlarınız siz istemeden dökülürdü dudaklarınızdan... Dilin kemiği yoktu ki büküp kırabilseniz ve susabilseniz ömür boyu... Beyninizden siz fark etmeden süzülen o ironik akımlar, ses tellerinizde yankı yapar ve siz istemeden dökülürdü iki dudak arasından...
Susmayı öğrenmek... Bilâl için bir görev, bir mecburiyet olmuştu her zaman... Geçmişin, hayatın, hayalin pencerenizden içeriye sızdırmaya çalıştırdığı güneş ışınlarına karşı, kendinizi mecbur bıraktığınız bir hapishane...
Yaşı ilerledikçe... Ve sırları ağır geldikçe... Yükü arttıkça, özlemleri depreştikçe... Yalnızlık cıva misali damarlarına çağlayıp, acı vermeyi sürdürdükçe... Körelmeye yüz tutan refleksleri, ailesine olan hasreti bilinmeyene sürdürdüğü yolculuğu... Bitmeyen yoksulluğu...
Varlık içinde yokluk çektiği, çektirildiği bu mecburiyete, kaçışa, göçüşe, yok oluşa, daha ne kadar dayanabileceğini bilemiyor, yaralı ruhunu, anılarının bahçesindeki gül ağacının altındaki sevgi sözcüklerinin göz gözü görmeyen aydınlığında tamir etmeye çabalıyordu...
Hayatın ona sunduğu ve elinden alamadığı tek hediye için... Efsun içindi her şey... O bilmesin, duymasın, zarar görmesin diyeydi... Avuçlarında ansızın bir sabun kabarcığı gibi yok olmasın diyeydi... Hayatı, hayali, anıları onu gün be gün tüketirken... Sadece ezan vakitlerinde açılan dua çiçeğinin adıydı Efsun...
Şimdi ise Murat ile bir erkek evlat sahibi olabilme ihtimalinin, farklı haz tepelerinde dolanıyordu benliği... Onun için yaptığı planlarından bihaber, ona masum ve temiz ellerini uzatmıştı küçüklüğünden beri...
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Hasret (Yayında!)
Ficción General"İnsan bazen attığı adımlarla kaderine koşuyormuş tazem... Ben onunla evlenirken sana koştuğumu bilemezdim... Onunla karşılıklı susuşurken, farklı bir kimliğe bürünürken, koca olurken, baba olurken sana yatırım yaptığımı bilemezdim... Kader ağları...