Akşam; beraberinde soğuğu getirerek çöreklendi mezranın üzerine. Düğün, ölüm derken herkes yorulmuştu. Muhtar Ali ellerini ovuşturuyor, Hanife ile oynadıkları oyunun başarılı olmasından dolayı kendiyle gurur duyuyor, mutlu oluyordu. Cenaze namazının en önlerinde saf tutmak; Abdullah'ın cenazesinden bu yana hiç böylesine mutluluk vermemişti. Ama Hatice ile aralarına giren iblis birken iki olmuş, bunu engelleyememişti! Üstüne senelerdir onu bekleyen kadını zorla evlendirmişlerdi. Bilal belki de ona zor kullanmış ve o da evlenmeye mecbur kalmıştı!
Yoksa Hatice onu beklerdi, biliyordu Ali. Ne zaman onu görse sadece ona sunduğu tatlı gülümsemesini yüzüne takıyordu. Ve bir kadın bir erkeğe böyle güzel gülebiliyorsa, mutlaka bir şeyler hissediyordu.
Hanife ise nasıl oyuna getirildiğini bile anlamamıştı. Hangi dağda kurt ölmüştü de kocası Murat'ın olduğu bir eve tatlı göndertmişti. Akşamdan beri aklını karıştıran bu soruya sabah bulduğu cevap ise sarsıcı olmuştu. Pek sevmezdi Zeliha anayı ama öldürülüş şekli onu oldukça sarsmıştı. Kocasının Murat'ın üzerine atacağı yeni bir yafta bulduğu o da anlamıştı...
Gerçi sorgulamayalı yıllar olmuştu: Ali'deki Hatice sevdasını. Murat ve Bilâl'e her zaman iblis derdi Ali, her ikisini hiç sevmezdi. Murat'ın Hatice için bir felaket olduğunu savunur dururdu. Kimi geceler Bilal'i Hatice'nin evinin etrafında görüp geldiğinde tüfeğine sarılır, elinden almaya çabaladığı için dayak bile yerdi. Gerçekleri göremiyordu kocası ama artık kadın uğraşmaktan vazgeçmişti. Hayatın öğrettiği tüm çareler tükenmişti. Kocası hastaydı ya da bilerek yapıyordu, bunu hiç bir zaman anlayamamıştı.
Şimdiyse Ali senelerdir çabaladığı şeye bir adım daha atmıştı. Ellerinde masumların kanıyla kararmış gözleriyle biten merhametiyle dul ve çocuklu hatta artık evli bir kadının derdine düşmüş, karşısına çıkan tüm engelleri kaldırmak için sanki ant içmişti. Ona verdiği üç evladın ve kendisinin hiç bir değeri yokmuş gibi elin karısına kafayı takmış ve bu yolda senelerce çaba sarf etmişti. Kadınlık gururu ise bunu daha fazla kaldıramıyordu. Her zaman ikinci planda olmak, itilip kakılmak onu perişan ediyordu. Yaşamak için çocuklarından başka hiçbir bahanesi maalesef ki yoktu. Tek dileği Hatice ve Murat'ın bir an önce hayatlarından defolup gitmesiydi.
Tamam, hiç sevmemişlerdi birbirlerini ve beşik kertmesi denen bir saçmalıkla çocuk yaşta evlenmişlerdi ama bir zamanlar mutlulardı. Ali ona hiç bir zaman sevdiğini söylemezken, kaç kere haykırmıştı yüzüne Hatice'ye olan sevdasını? Suratına haykırılan gerçekle kadınlığından bile vazgeçmişti. Alinin gözünde yatağına o istediğinde giren ucuz bir fahişeden başka bir şey değildi sanki. Tek temennisi, kendinden esirgediği sevgiyi ve ilgiyi çocuklarından esirgememesiydi. Onlara hikâyeler anlatır, oyunlar onardı ama hep hikâyelerinde esas kızın adı Hatice esas oğlanın adı Ali olurdu.
Ali... Kendi dünyasında şekillendirdiği hayale karısı ve Murat dışında herkesi dâhil ediyordu. Onaysa bir suça ortaklık etmekten başka bir şey kalmıyordu. Şimdi çıksa köy meydanına ifşa etse Ali'nin yaptıklarını ve niyetini, biliyordu ki evlatlarını bir daha hiç göremezdi. Ve Murat'a vurulan bir kaç damgadan o da payına düşeni alırdı. Şimdiye kadar susmasıysa cabasıydı. Bilirdi Ali, ürettiği bir kaç fikirle onu katil bile ilan edebilirdi. Mevsimin kış olması, jandarmanın mezraya uğramaması Ali'nin ekmeğine yağ sürerdi. Biliyordu millet yarın akşam ellerinde meşalelerle Bilallerin kapıya dayanır ve "Murat köyden gitsin!" diye baskıya başlarlardı.
Murat hakkında tek bildiği Ali'nin söylediklerinden ibaretti Hanife'nin ama içinden bir ses onun iyi ve temiz bir genç olduğunu fısıldıyordu. İçten içe iyiliğini istiyor ve bir an önce buradan çekip gitmelerini diliyordu. Biliyordu Ali hep bel altı vururdu. Ve biliyordu bu yaptığıyla da kalmayacaktı. Onları uyarmak istese de eli gitmiyordu. Bunu nasıl yapacaktı?
Evlatlarının aklına gelmesiyle tüm cesareti güme gidiyordu. Hatice'ye sahip çıkan bir Bilal vardı ama kendisi sahipsizdi. Ali fark ederse olacakları düşünmek bile istemiyordu. Artık eskisi gibi genç de değildi Hanife ve zoruna gidiyordu yok sayılmak, sevilmemek, değersiz olmak... Elini açıp dua etmekten başka da elinden bir şey gelmiyordu.
Hayatlarında Alinin olmadığı bir hayat diliyordu... Evlatlarıyla huzurlu bir hayat...
*****
Tarık'ın ağzından dökülen iki kelimede saklıydı her şey. Bilâl tutunacak bir dal bulmuştu nihayet. Genç adama dönerek; "Hakkında başka ne biliyorsun?" diye sordu. Genç adam neresini anlamadın gibisinden gözlerini devirerek cevap verdi.
"Hiç! Hiç bir şey, sadece adını... Dedim ya zaten işe yeni başlamıştım, ilk uçuşumdu..."
Cevap veriş şekli Bilâl'in hiç hoşuna gitmemişti. Genç adamın lakayt bir tavırla verdiği cevapla sinirlendi. Hesap sorarmış gibi diklenirken kumral kaşları çatılmış, mavi gözlerinden alevler çıkıyordu.
"Bu kadar alçak mesafede burada ne işiniz vardı? Bu dağlık araziye inmeyi planlamıyordun herhalde değil mi? Bu çevredeki tek engebeli arazi bu mezradadır. Allah aşkına bunu nasıl başarabildin?"
Tarık hangi birini anlatacaktı ki! Adamın gözlerinde gördüğü alevler kendine gelmesini sağlamıştı. Şimdiye kadar ölmediyse bu adamın onu öldürmeyeceği anlamına gelmiyordu.
"Dedim ya ilk uçuşumdu. İstanbul'dan İran'a gitmek için havalanmıştık. Bir anda motor alev aldı, sağ olsun yolcumuza haber verdik ama beyefendi biraz fevri davranıp suratıma yumruğunu patlatınca hâkimiyeti kaybettik. Sonra da..." derken Bilâl kâfi der gibi elini kaldırdı.
"Motor nasıl yandı? Kalkıştan önce kontrolleri ve bakımları yapılmamış mıydı? Ayrıca hiçbir yerle irtibata geçemediniz mi de günlerdir, sizi kimse aramıyor?"
Tarık duyduklarıyla beraber karşısındaki adama bir kere daha baktı. İlk karşılaştıklarında üzerinde çamurlu fanilayla gördüğü adamdan ne kadar da uzaktı! Kendini sorgulanıyor gibi hissetmekten alıkoyamadı. Adam bir akbaba gibi resmen tepesine tünemişti. 'Hansel ve Gretel olmaya bir adım kaldı!' diye geçirdi içinden. Birazdan bu adamın bakışlarıyla diri diri pişecekti sanki. Karşısında adam cahil bir köylü gibi değil tam aksine tecrübeli eski bir asker gibiydi.
Ağzından kendinden bağımsız "Asker miydiniz?" sözcüğü döküldüğünde, kendine inanamadı. Ama geri adım da atmadı. Bilal ise kaşlarını kaldırmış, yüzündeki tüm çizgiler kasılmıştı. Anladığı halde; "Ha! Anlamadım?" diye sordu.
Tarık ise bakışlarındaki tehdidi algılasa da sorusunu biraz daha süsleyerek yineledi;
"Demek istiyorum ki... Bilgili birine benziyorsunuz, uçaklar hakkında bilgi sahibi gibisiniz..."
"Hımm evet, askerliğimi havacı olarak yapmıştım..."
"Anlıyorum..." deyip başını salladı Tarık ve "Kusura bakmazsanız çok yoruldum, sonra devam etsek?" diye tamamladı cümlesini. Bilal genç adamın sağlığının aklından bir an nasıl çıktığına hayret etti.
"Afedersin evlat, sen biraz uzan. Yemek hazır olunca seni uyandırırız zaten." dedi ve arkasını dönüp montunu alarak dışarıya çıktı. Cebindeki pakete uzanıp bir sigara yaktı. Acıkmıştı ve sigara midesini bulandırmıştı. Üstelik senelerdir ağzında sürmüyordu ama sanki bu ara ona ihtiyacı var gibi geliyordu. Derdine derman olmayacaktı tabi ama en azından yoldaş olabiliyordu. Midesindeki bulantı geçerken aklı genç adamın söylerine odaklandı. Bu iş fazlasıyla midesini bulandırmaya başlamıştı. Tecrübesiz bir pilotla o kadar mesafe gelmişler, üstelik motor arızası yaşamışlardı. Ve öğrenebildiği bir isimden daha fazlası değildi...
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Hasret (Yayında!)
General Fiction"İnsan bazen attığı adımlarla kaderine koşuyormuş tazem... Ben onunla evlenirken sana koştuğumu bilemezdim... Onunla karşılıklı susuşurken, farklı bir kimliğe bürünürken, koca olurken, baba olurken sana yatırım yaptığımı bilemezdim... Kader ağları...