Diğer tarafta Türk ve Dünya basını kayıp jet hakkında çarşaf çarşaf haberler yayınlamaya devam ediyordu.
"BULUNAMAYAN KAYIP JET!"
Manşet; "Böyle birşey nasıl olur?" dedirtiyordu! Firma yetkilileri birçok açıklama yapmış ve bildirilen herhangi bir arıza olmadığını defalarca belirtmişlerdi. Ama basın bu olayın üzerine gitmekten geri kalmadı. İran büyükelçiliğinin önünden biran bile ayrılmayan basın yetkilileri Yalın Kılıç Atahan ve Öykü Atahan'ın sır kaybıyla ilgili birçok komplo teorisini dile getirdi. Feryâl ise sessizce oğlunun bulunmasını bekledi. Selim-Rabia çifti ile seviyeli geçen görüşmenin ardından bir kaç gün dinlendi.
Bir kaç gün önce ise denizin diğer yakasında kıyamet çoktan kopmuştu. Oya ve Niko akşam yemeği sırasında izledikleri haberdeki görüntülerle hayatlarını şokunu yaşamışlardı. Spikerin bahsettiği kadın Feryâl Atahan; Nikonun senelerdir ondan haber alamadıkları kardeşi Elena'dan başkası değildi. Oya'dan kopan feryat ve Banu'nun neler olduğunu anlama çabaları, senelerdir huzur bulmaya çalıştıkları sofralarına acı getirmişti.
Yalın Kılıç Atahan... Niko kendi gençliğini adeta ekrandan izlemiş, donup kalmıştı. Oya'nın geçirdiği sinir krizi ile soluğu hastanede aldıklarında; aklından tek geçen gidip oğlunu bulmaktı.
Basın Feryâl'in evinin etrafında kamp kurduğunda gelen görüntüler Oya'ya istediği adresi vermişti.
Balıkesir Ayvalık dolaylarında Özsoy konağının hemen yanındaki Cabir amcanın konağı artık Elena Nikolaidis'in hanımlığına ev sahipliği yapıyordu.
Tesadüfler zinciri tek tek ortalığa dökülürken içindeki acı bataklığında olduğuna aldırmadan ilk uçağa bindi Oya... Dilinde küçük Sipahí'sinin adı, hayalinde minicik halleri vardı... Dilinde dualarla başlayan yolculuğu ona hayalini bile kuramayacağı şeyler yaşatacaktı...
Genç kız neredeyse iki haftadır bir hemşire titizliğinde, 7/24 yerde yatan adamın başından bir an bile ayrılmamış, babasının yönlendirmeleriyle attığı dikişlerle sanki ondan fazla kendi canı yanmıştı! Köy yerinde steril teçhizat bulamayınca eldeki imkanlarla temizlenen yaralar ve malzemelerle uygulamaya çabaladıkları tedaviler; artık meyvelerini vermeye başlamıştı.
Yüzünde kalması muhtemel izlerden, ilk günlerde ne kadar korktuğunu hatırlıyordu... Yanağının bir yanı tamamen açılmış, çene kemiği ortaya çıkmış ve yara dikişe rağmen iltihap kapmıştı. Bu devrede imdadına yetişmişti kurutulmuş ısırgan, biberiye yaprakları, aynı safa... Çorbalara kattığı bol soğan ve sarımsakta yan tedavi olarak silip atmıştı iltihapların her zerresini yaralı bedenden. Son günlerde babasının özel olarak hazırladığı çayı da içiriyor ve kat ettikleri yolu hayretle seyrediyordu. Çörekotlarını tahta havanla ezerek ballı macunlar yapıyor içine daha adını bilmeyeceği birkaç şey daha katıyordu.
"Bir gram bile önemli kızım, can da alır, can da verir! O yüzden dikkatli olmak lazım!" diyordu.
Yatan bir hastanın bakıma ne kadar muhtaç olabileceğini, bu zaman zarfında öğrendi Efsun. Minik bir bebek gibi kendi ihtiyaçlarını, kendisi karşılayamayan, başka birine muhtaç, kendini bilmeden yatan bir beden... Çıplak göğsündeki yanık izleri, artık daha iyi görünüyordu. Sırtı; göğsüne nazaran daha iyiydi ama oradaki yaraları da günlük pansuman etmek zorunda kalıyordu. Aslında; ona bakmak Efsun'a hiç bir zaman yük olarak gelmemişti bunu şimdi şimdi anlıyordu!
Onunla kendini bulmuştu Efsun... Hayatın sırrını çözmüştü kendince. Kitaplarıyla daldığı hayal dünyasından onun gerçekliğiyle uyanmıştı. Belki yaşadıkları eksiksiz yazılsa hayatları bile Roman'dı...
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Hasret (Yayında!)
General Fiction"İnsan bazen attığı adımlarla kaderine koşuyormuş tazem... Ben onunla evlenirken sana koştuğumu bilemezdim... Onunla karşılıklı susuşurken, farklı bir kimliğe bürünürken, koca olurken, baba olurken sana yatırım yaptığımı bilemezdim... Kader ağları...