-9-

11.3K 703 5
                                    

Eider, Eric ve beraberindeki küçük İngiliz bölüğü, törenden sonra oyalanmadan yola koyulmuştu, Rose ağaçların arasında onu bekleyen kişinin Eider olduğunu biliyordu. Kocası, onun gelmesini bekliyor o ise kardeşlerinden ayrılamıyordu. Peki, Eric neredeydi? Rose, o adamın bir şeyler yapmasından korkuyor ve Eider'in arkasından iş çevirmesini istemiyordu. Her tarafa yetişmeye çalışan aklını toplamaya çalıştığı sırada, bakışlarını onu bekleyen korkutucu adamdan kardeşlerine doğru çevirdi.

Annesi Julie'yi doğururken ölmüş, babası ise onlar daha her şeyin yeni yeni farkına varmaya başladıklarında, gözleri önünde öldürülmüştü. Ve Rose, bu kötü anıların onları etkisi altına alarak hayatlarını etkilediğin farkındaydı. Her ne yaparsa yapsın geçmişi değiştiremezdi ama gelecek için bir şeyler yapmak istediğinin farkında olduğu bu zamanlarda, kralının ona böyle bir kötülük yaparak acılarını iki katına çıkaracağını düşünmemişti.

"Johanna beni dinliyor musun?" dedi Rose yavaşça. Kardeşinin, onu gerçekten duymasını ister gibiydi. Çaresizce konuşuyor ama dediği tek bir sözün bile onlar için inandırıcı olmayacağını biliyordu. Öfke tüm duyularını sarmıştı ve kardeşlerini rahatlatmak için çabaladığı her an onların gözünde daha fazla dibe batıyordu.

Altın sarısı saçları ve tüm kardeşlere özgü yeşil gözleriyle, Johanna onu süzüyor gerçekten iyi olup olmadığını anlamak istiyordu. Sırtındaki yayı ve okları onu korkutucu göstermek yerine, ulaşılmaz bir güzellik katıyordu. O, dört İngiliz çiçeğinin en güzeliydi ve bundan bihaberdi. Rose her zaman onun sözlerine ve düşüncelerine değer vermişti Johanna çok zekiydi, her sözünde ve her davranışında onların düşünemediği ya da yapamadıkları bir şeyi ortaya koyarak kardeşlerinin eksiklerini tamamlamaya çalışmıştı. Onlar ne kadar masumsa, Johanna o kadar mantıklı ve acımasız olacağı yerleri her zaman bilmiş, ona göre davranmıştı. Anne ve babalarını kaybettikten sonra, Johanna hiç kimseye güvenmemiş kendi kabuğuna çekilmişti. Hayattaki en büyük düşmanı ise hoşlanmadığı ve asla affetmediği amcası Simon olmuştu.

"Seni koruyamadık," dedi Johanna boğulurcasına, kralın bu oyununa düştükleri için kendisini asla affedemiyordu. Bunu nasıl anlayamamıştı, neden fark edememişti bilmiyordu ama kralın Rose'u seçmesinin altında bir şey olduğunu en başından beri tahmin etmişti, yine de bu kadar büyük bir darbe geleceğini düşünmemişti.

Sarah konuşmak istiyor ama titreyen çenesi ve ağlamamak için sıktığı yumruklarıyla, bunu başaramayacak kadar yorgun görünüyordu. Elini her havaya kaldırışında dudaklarından çaresiz bir inilti çıkıyor ve Rose'a sessizce bakıp dudaklarını kanayana kadar ısırmaktan başka bir şey yapamıyordu. Rose ellerini kardeşinin yumruk yaptığı eline sararak, Sarah'ın küçük yumruğunu yanağına yasladı ve küçük bir öpücükle kardeşinin gözyaşlarını bırakmasına neden oldu. Julie ise onun en küçük çiçeğiydi, kendisi gibi kızıl saçlara ve yeşil gözlere sahipti. Yine her zamanki sessizliğini koruyarak Rose'un korkutuyordu. Rose onun sesini duymadığında, içinde yeşeren kötü tohumların filizlenmesine engel olamıyordu. Ama Julie yeşil gözleriyle onu baştan aşağıya süzmekten başka bir şey yapmadığında, Rose onun iyi olup olmadığına baktığını anladı. Gülümseyerek kardeşinin güzel saçlarını okşadı ve geri çekildi, onlara dokunduğu her an ayrılmak daha zor oluyordu. Rose, önünde duran kardeşlerinden Sarah'a doğru yavaşça yaklaştı ve toprak rengi kıvırcık lüleleriyle oynayarak, kardeşini sakinleştirmeye çalıştı. Onun öfkesi hepsinden farklıydı, Rose Sarah'ın yıkıcı ve düşüncesizce davranarak kendisine zarar vermesinden korkuyordu.

"Beni korudunuz! Beni her şeyden çok sevdiniz ve benim her şeyim oldunuz, ama artık gitmem gerek. Bu gerçek bir evlilik değil, bunu sizler de biliyorsunuz. Belki de bir savaş çıkacak ve ben de geri geleceğim, Tanrı bilir daha neler yaşayacağız...'' diyerek Julie'ye doğru döndü.

"Kr...alı öl...dü..r..e...ceğim!" dedi son gücüyle kardeşi. Yaşadığı acılar, Julie'den konuşma yeteneğini almıştı. Üzüldüğünde ve sinirlendiğinde kekelemeye başlar nefessiz kalırdı, bu yüzden konuştuğunu anlar nadirdi. Hayata hep yenik başlamıştı ama artık o da güçlüydü. İki elinde duran baltalarıyla ve kaslı kalın kollarıyla, İngiliz kadınlarının kıskandığı, örnek aldığı bir savaşçıydı. İngiltere'de onun ismini kızlarına koyup, onun kadar narin ve yürekli evlatları olsun diye dua eden yüzlerce kadın vardı. İngiltere'nin umudu ve ışığıydı.

Rose, o gül kırmızısı dudakların bu kadar nefret dolu olmasına bazen şaşırıyordu. Onları bu hâle getiren, onun nefretiydi ve bu yüzden kendini asla affetmeyecekti. Şimdi, kardeşleri evlenmiş ve çocuklarını büyütüyor olmaları gerekirken, ellerinde ölümcül silahlarla karşısında duruyorlardı. Gözleri, savaşa ve ölüme yabancı değildi. İşte şimdi de tekrar buna hazır görünüyorlardı, Rose için...

Rose, "Kralı öldürmeyeceksiniz sizi ahmaklar! Hayatlarınızı yaşayacaksınız. Düşmanlarınıza acımayacak ve mutlu olmaya bakacaksınız. Bu halk, sizden çok şey bekliyor," diyerek gülmeye başladı.

Gülmeliydi, çünkü gözyaşlarını engelleyecek güce sahip olan tek şey kahkahalarıydı. Elini, arkasında duran atının boynunda yavaşça gezdirmeye başladı ve atının iplerini aşağıya doğru çekerek, kız kardeşlerinin önünde yere doğru eğdi. Bu, bir vedaydı. Kimsenin engelleyemediği, çığlıklar atarak ağlayamadığı bir veda...

Rose gördüğü manzaraya daha fazla dayanamayacağını anladığında, atının üstüne atladı ve bir savaş narası atarak, kılıcını havaya kaldırıp son kez onları selamladı.

"Tanrı'nın merhameti sizinle olsun kardeşlerim. Kendinize iyi bakın ve benim sizin yanınızda 'kalbinizde' olduğumu unutmayın. Crowfeldler için!"

Kılıcı, gözden kaybolana kadar havada asılı kaldı. Korkusuz bir savaşçı gibi, onlara veda etmişti. Sarah iki elinde duran uzun ve keskin hançerlerini havaya kaldırarak, ablasını selamladı ve son sözleri havada iyi bir dilek olarak asılı kaldı.

"Mutlu ol İngiltere'nin gülü! Çok mutlu ol..."

Rose, yanaklarından süzülen yaşlarla Eider'i geçti ve atını İskoçya'ya doğru hızla sürmeye başladı. Çok uzaklara gidecekti. Kuzeye, daha kuzeye...

Eric, "Eider, İngiltere'nin gülünün İskoçya'ya bu kadar çabuk gitmek isteyeceğini düşünmemiştim," dedi ve Rose'un arkasından bakmaya devam etti. Eric'in çökmüş omuzları ve kararsız bakışları onu gerçekten ahmak bir adam gibi gösteriyordu. Leydi Rose, ona ahmak demekte haklıydı. Ama o an arkadaşından birkaç cümle duymak istiyordu, Eider'in iyi olduğundan emin olmaya ihtiyacı vardı.

"Ah Eric! Ne zaman bu alaycılığını bırakacak ve gerçek hayata döneceksin dostum?" Eider bakışlarını bir kez olsun Eric'e çevirmemiş, hızla uzaklaşmakta olan atın arkasından bakmaya devam etmişti.

"O ağlıyordu Eric, evinden ve kardeşlerinden ayrılmak istemiyordu. Bana ne kadar kötülük yapmış olursa olsun, onunla evlenerek en büyük kötülüğü aslında ben ona yapmış oldum dostum," dedi Eider ve Eric'e döndü. Ağaçların arasında duran güçlü adam, şimdi onun sözleriyle tüm alaycılığından arınmış gibi ciddiyetle ona bakıyordu.

"Kendine yüklenmenden ve dünyayı omuzlarına alıp döndürmeye çalışmandan bıktım Eider. Tanrı'nın yazdığı hayatlarımızı değiştiremeyiz ama onu iyileştirmek için çabalayabiliriz. Benim de dört dörtlük bir hayatım yok ama yanımda duran sevdiğim insanlar için ayakta kalmaya çalışıyorum. İşte sen de böyle yapacaksın ve bizim için yaşayacak, değerli nefeslerini yakınımızda alıp vereceksin ki biz de huzurla ve mutlulukla uyuyabilelim," dedi ve atını döndürerek Rose'un ardından o da tozu dumana katarak uzaklaştı. Eider'in yenilmişliğine öfkelenmişti ve Eider bunu anladığında, sirkelenerek onların peşinden gitti.

"Hayat sevdikleri için yaşamaya değerdi..."

Ve Eric, her zamanki gibi haklıydı!    

LORDUM (İngiliz Çiçekleri 1. Kitap)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin