"Lordum, özür dilerim ama ne zaman yola çıkacağız?"
"Yarın güneş doğduğunda yola çıkmış olacağız. Şimdi git ve Eric'e her şeyi anlat, unutma sadece gerektiği kadarını anlatacaksın."
Dubh aklı karışmış gibi bakmasına rağmen, Eider'e karşı gelecek hiçbir şey yapmadı veya söylemedi. Boynunu yavaşça eğerek, ona saygısını gösterdi ve yine sessizce yanlarından ayrıldı. Dubh arkasına baktığında, onların hâlâ nefes almadan birbirlerine baktıklarını gördü. Ne yapacaklardı hiç bilmiyordu ama böylesine bir aşka şahit olduğu için kendisini şanslı hissediyordu. Eider'in gözlerinde gördüğü mutluluk onu daha fazla mutlu ediyordu, çünkü Eider'i mutlu görmeyeli seneler olmuştu. Dubh, sevginin her şeyi aşabileceğine inandı o an... Güç de, zayıflık da sevgiden geliyordu.
Eider ve Rose, yavaşça kalenin iç duvarlarına doğru yürümeye başladılar. Tek kelime etmeden, güneşin batışını görebilecekleri en güzel yeri buldular ve ıslak çimenlerin üzerine oturdular. İskoçya'nın uçsuz bucaksız yeşil tepeleri... İrili ufaklı akarsuları... Onlara huzur veriyordu.
"Bu toprakları hep bir kadına benzetirdim ve şimdi o kadını buldum İngiliz," dedi Eider, bakışlarını kaybolup gitmekte olan güneşin bıraktığı kızıllığa dikerek. Belli etmeden Rose'u izliyor, onun güzelliğine doyamıyordu. Rose, yan yana olsalar da şu an ne kadar uzak ve ulaşılamaz olduklarını düşündü. Bazen dipsiz karanlık bir çukur oluyordu kalpleri bazen de sevgi dolu sıcak bir aile... Ama asla kusursuz bir sevgiyle sarılı olamıyorlardı.
Eider, o farklı bir adamdı... O koca vücudun altında yatan, yumuşacık bir kalp vardı. Bunu asla belli etmek istemese de, oralarda bir yerlerde Rose iyi bir adam olduğunu biliyordu. Ona bakarken gözleri ışıldayan bu adam kötü olamazdı, ona seni sevmiyorum diyemezdi.
Daha kaç kere söylemem gerek bilmiyorum ama beni seviyorsun lordum. Bunu biliyorum...
"Nasıl yani, bu toprakların nesini bir kadına benzetmiş olabilirsin ki?" dedi sakince Rose. Elini karşısındaki güzelliğe doğru kaldırarak başını yana çevirmiş, Eider'den bir cevap bekliyordu. Gelecek cevabı merak ediyor ve o kadının kendisi olmasını öyle çok istiyordu ki, kalbi bu istekle çarpıyordu.
Eider, onun merakla bakan gözlerine daha fazla dayanamayarak elini kaldırdı ve Rose'a karşılarında duran yeşil iki tepeyi gösterdi. Gülümsedi ve edeceği iltifatlara kendisini hazırlamak için, gürültülü bir şekilde yutkunarak Tanrı'dan yardım istedi.
"Onları görüyor musun? Orada duran iki küçük yeşil tepeciği..."
Sana bakmaktan onları göremiyorum ama orada bir yerde o tepelerin olduğunu biliyorum Rose. Ve senin onları görmeni istiyorum...
"Evet, görüyorum," dedi Rose, ağaçlarla süslenmiş tepeleri izlerken. Gerçekten güzel bir manzaraydı ve Edward'ın bu topraklar için neden çıldırdığını şimdi anlıyordu.
"Onlar, senin gözlerin İngiliz. Peki, güneşin bıraktığı o güzel kızıllığı görüyor musun?" dedi ve güneşin o eşsiz rengini hatırlayarak, Rose'u hayal ederken buldu kendisini. Her şeyde biraz o vardı...
Rose yutkunmaya çalışarak ona cevap verdi, boğazı düğüm düğüm olmuştu. Gözlerini bir an olsun Eider'den ayıramıyordu.
Bana ne yaptığının farkında mısın Eider? Eriyorum. Kalbim eriyor... Karşında yok olmak üzereyim.
"Evet, onu da görüyorum."
Yeşil tepelerin ardından yükselen kızıllık göz alıcıydı. Saçlarının rengi kadar, koyu ve büyüleyiciydi...
ŞİMDİ OKUDUĞUN
LORDUM (İngiliz Çiçekleri 1. Kitap)
RomanceSavaş meydanlarındaki zaferleriyle tanınan, güçlü bir İskoç savaşçı... Eider McDuck, çıktığı son görevde, ummadığı bir şekilde oyuna getirildi. Kardeşini kurtarmak için, düşmanıyla el sıkıştı ve bir yabancıyla evlendi. Evlendiği kadın dünyanın en gü...