"Beni iyi dinleyin, siz de benim gibi bir yanlış yapmış olmalısınız ki, bu bok çukuruna hepimiz ölmek için yollandık. Saklanın, doğru anı bekleyin ve ölmemek için savaşın."
Şimdi askerler, ona saygıyla bakmaya başlamışlardı. Homurdanmalar kesilmiş, gözler keskinleşmiş ve amaçları belli olmuştu. Ölmemek için savaşacaklar ve yaşamak için hakları olduklarını göstereceklerdi. Eric onların saygısını kazandığını anladığında, tekrar ona bakan yüzlere döndü ve askerlerin arasında onu hâlâ nefret dolu gözlerle süzenlerin olduğunu fark etti.
'Hepsinin bana saygı duymasını beklemek aptallık olurdu.'
Eric, onların yüzlerine bir kez daha bakarak, hanın arkasına doğru atını sürdü. Ağaçların arasından gelen hışırtılar, İngiliz askerlerinin de yerlerini almaya başladığını gösteriyordu. Eric onlara aldırış etmeden hızla hanın arka kapısına yaklaştı, oradan çıkan herkesi öldürmeye hazırdı. Suçlu veya suçsuz, onun için artık fark etmiyordu.
*
"Bir şey görebiliyor musun?"
Ağacın tepesinde duran Dubh, dengesini sağlayıp gözlerini kısarak, ileriye doğru baktı. Ne görüp görmemesi konusunda karar veremiyordu ama gözleri sonsuz yeşilliğe alıştığında, sessiz ve hareketsiz yapraklar arasında bir şeyler araması ve han yoluna doğru bakması gerektiğini anladı.
"Hayır lordum, hiçbir şey göremiyorum, oraya oldukça uzak olmalıyız."
Eider Eric'e yakalanma riskini göze alamamış, ondan uzak mesafede kalarak onu izlemişti ama şimdi ona yaklaşması gerektiğini hissetmeye başlıyordu.
Eric'e bir şey olursa kendimi asla affetmem!
"Eider, sesleri duyuyor musun?"
Eider, kılıçlarını çıkardı ve ileri atıldı. Kulağına gelen ses, Eric'in savaş narası olmuştu. Ve bunu duyan tek kişi de o değildi. Eider, hızla ağaçların arasından ilerliyor ve burnuna gelen kan kokusuna, giderek daha fazla yaklaşıyordu. Rose onun ardından hızla atını sürüyor ama Eider'in ateşle yanan nefretine ve korkusuna yetişemiyordu. Dallar yüzünü yırtıyor, gözlerine gelen kanlar onu savaşa doğru itiyordu ve Eider her şeye hazırmış gibi görünüyordu.
Tahtadan yapılmış eski ve büyük hanın önüne geldiğinde, İngiliz askerlerinin yerde yatan cansız bedenleriyle karşılaştı. İskoçlar, acımadan öldürüyorlar ve öldürdükleri her İngiliz, onlar için eğlence kaynağı oluyordu. Eider, bunu onların gözlerinde görebiliyordu. Bu onursuzca bir davranıştı ve buna müdahale etmek zorundaydı. Arkasına dönüp baktığında, Rose'u gördü ve ona bağırmaya başladı.
Bu kadın, kendisini ne zaman dinleyecekti?
"Senin burada ne işin var?"
"Ya seninle öleceğim ya da savaşıp buradan canlı çıkacağız!" Kılıçlarını sallamaya hazırlanırken, son kez karnına bakmış ve parmak uçlarına kondurduğu öpücüğünü karnına dokundurmuştu.
"Sana bunun hesabını soracağım," dedi ve öfkeyle yanan gözleriyle, Rose'a bakmaya devam etti. Artık yapacağı bir şey yoktu onu geri yollayamazdı, çünkü askerler onu görmüştü. Bir adamın en hassas noktası, sevdiklerinin canını yakmaktan geçerdi ve bunu herkes bilirdi. Karşısında duran adamlar da bunu çok iyi biliyorlardı, sırıtıyorlar ve onu kızdırmak için ahlaksızca sözler söyleyip, Rose'a doğru yanaşıyorlardı.
"Dubh, onu koru!"
Dubh, gözlerini dört açarak etrafı süzdü ve Rose'un önüne bir duvar gibi çöktü. Dubh, kalede kalmamış ve onlara katılma konusunda ısrarcı olmuştu, şimdi de leydisini koruyordu. Dubh, ilk defa onları dinlemediği için pişman olmamıştı. Onlara bir yararı dokunduğu için mutluydu ve leydisi için savaşmak ona gurur veriyordu. Bir İngilizi değil kendi leydisini koruduğunu biliyordu. Leydisine baktığı sırada kalkanına saplanan oklar ve inen kılıç darbeleriyle onu koruyamayacağı konusunda endişelenmeye başladı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
LORDUM (İngiliz Çiçekleri 1. Kitap)
RomanceSavaş meydanlarındaki zaferleriyle tanınan, güçlü bir İskoç savaşçı... Eider McDuck, çıktığı son görevde, ummadığı bir şekilde oyuna getirildi. Kardeşini kurtarmak için, düşmanıyla el sıkıştı ve bir yabancıyla evlendi. Evlendiği kadın dünyanın en gü...