"Karımı, tanımadığım üç 'kadının' korumasına verecek bir adam gibi mi görünüyorum?" dedi kılıçlarının keskinliğini onlara göstererek. Sarah hançerlerini parmakları arasında çevirerek, Eider'in atının önüne kadar yürüdü. Kıvırcık lüleleri, yeşil gözlerini kapatıyor ve ona gizemli bir görüntü katıyordu. Eider'e doğru başını kaldırdı ve tüm dişlerini gözler önüne sererek ona güldü. Bir gülümseme ancak bu kadar ölümcül gözükebilirdi. Dişleriyle onu parçalamak ister gibi görünüyordu ve Eider ondan hiç hoşlanmadığına karar verdi.
"Siz bizi tanımıyor olabilirsiniz, ama kollarınızdaki kadın bizi doğduğumuz günden beri tanıyor lordum."
Sarah yavaşça atın yanına doğru ilerledi ve Rose'un yüzüne bakmaya çalıştı, ablasının başı ağrıyordu, muhtemelen hastalanmak üzereydi. Ve onlar tam zamanında yetişmişlerdi. Bunun için Simon'a teşekkür edebilirdi. Amcasının aceleci ve tedirgin davranışlarını hatırladığında, neden burada olduklarını hatırlayıp gözlerini Rose'dan Eider'e doğru çevirdi.
Ablamı senden geri almak, bana büyük bir mutluluk verecek lordum!
Rose başını çevirdiğinde, kardeşi Sarah'ı gördü. Ele avuca sığmayan güzel kardeşi... Evet, onlar Rose'un çocukları gibiydi. Elini kaldırıp, Eider'in yüzüne sürdü. Yüzü hâlâ onun göğsüne dayalıydı ve korkusunu saklayabiliyordu, içindeki endişenin gözlerine yansıdığını ise sadece Sarah görebiliyordu. Yorgun sesiyle Eider'e durumu açıkladı.
Rose kendine gelmeye çabaladığı her an daha kötü hissediyor, Eider'in kolları arasında bir top gibi büzüşerek ağrıyan başını ve kasılan bedenini rahatlatmak istiyordu. Yaşadığı üzüntülerin ona getirdiği şey bu hastalıklı travmalar oluyordu.
"Onlar, benim kardeşlerim lordum."
"Bunu şimdi görebiliyorum, İngiliz. Bir tanesi tıpkı sana benziyor. Hatta elindeki baltalarla, beni parçalamak istiyormuş gibi duruyor," dedi ve kendisini parçalara ayrılırken düşündüğünde, titreyerek kendine gelmeye çalıştı. Kızıl saçlı kadın ona asla acımazdı ve o canlıyken onu doğramak istediğini gözlerinde görebiliyordu. Acıyı görmek, tatmak ve hissetmek istiyordu.
Rose, kıkırdamasına engel olamadı.
"Julie, kendine hâkim olmalısın. Onu sadece ben öldürebilirim bunu unutma."
Eider bu duyduğundan hiç hoşlanmamıştı ama dört kız kardeşin kahkahalarıyla yavaş yavaş rahatladığını hissetti. Bu kahkahaları her zaman duyamayacağını, onların acıyla parlayan gözlerinde görebiliyordu. Johanna, hızla Sarah'ın yanına geldi ve Rose'un acıyla buruşan yüzüne baktı.
"Lordum, hava kararıncaya kadar ilerlemeliyiz ve ısınabileceğimiz bir sığınak bulmalıyız." Eider, neler olduğunu anlamaya çalışıyordu. Kardeşler birbirlerine bakmış, karar vermiş ve onaylar gibi başlarını sallamışlardı. Ve Eider'in onayı olmadan harekete geçebileceklerini düşünüyorlardı. Ne sığınağı, dinlenmek de nereden çıkmıştı?
"Neden bir sığınakta dinlenmek istiyorsunuz?"
Johanna gözleriyle ablasını işaret edince, Eider endişeyle büyük elini Rose'un güzel yüzüne götürdü ve yeşil gözlerini görebileceği ölçüde başını arkaya doğru yatırdı. Rose'un gözleri kanla çevrelenmişti, acıyla dişlerini sıkıp yüzünü buruşturuyordu.
"Neyin var İngiliz?"
"Tanrı aşkına lordum, lütfen bağırmayın. Beni sağır edeceksiniz."
Julie, tek zıplayışta atın yanına geldi ve baltasını Eider'in ensesine dayadı. Neredeyse ata tırmanmıştı, Eider onun hızına ve güçlü hareketlerine karşı koyamamıştı bile, yerine koyduğu kılıçları ise ona yardım etmekten epey uzaktaydılar.
"Seni ahmak İskoç! Görmüyor musun, o acı çekiyor ve bağırman bir şeyi değiştirmeyecek."
Eider soğuk baltayı ensesinde hissedince kalakaldı, korkudan değildi elbette sadece aralarındaki bağ kendi kız kardeşini hatırlamasına neden olmuştu. Kardeşleri, onu gerçekten çok seviyor olmalıydı ama ona bir şey anlatmamaları bastırmaya çalıştığı öfkesini kamçılamaktan başka bir işe yaramıyordu.
"Bana onun neyi olduğunu hemen söylemezseniz, sizi bir daha atın üstüne oturamayacağınız hâle geline kadar döveceğim."
Onlar, küçük kız çocukları değil Eider. Onlar, benim hasta olduğumu bilen ve kraldan bana yardım edebilmek için izin alan kardeşlerim. Onlar, bize yardım etmek için buradalar. Fakat sen, onları dövmek istiyorsun öyle mi?
Rose, artık buna son vermesi gerektiğini biliyordu ve ağrıyan başına aldırmadan konuşmaya çalıştığında, güçsüz bedeninin onu engellediğini hissetti. Ne zaman böyle üzülse ya da yoğun bir dönemden geçse, hep böyle halsizleşmiş ve kardeşlerinin yardımına muhtaç olmuştu. Her defasında böyle olmak istememesine rağmen, annesi ve babasını kaybettikten sonra ilk defa bu kadar çok üzülmüş ve kendisini her yere koşuşturmak zorunda hissederken yorgunluğunu umursamamıştı. Şimdi ona isyan eden bedenine karşı elinde kalan son gücü kullanarak herkesi sakinleştirmeye çalıştı.
"Julie hemen geri çekil ve onu rahat bırak. Johanna, onları al ve önümüzden gidin, ben Eider'le iyi olacağım söz veriyorum, güneş batınca bir yerde dinleneceğiz."
Rose, kardeşlerinin önünde saygıyla eğilişini izledi. Üç kardeşin ormanın derinliklerinde kayboluşunu gören Eider, bir şey söyleyememişti. Gücünün işlemediği tek şeyin kadınlar olduğunu artık biliyordu.
"Onları yönetmeyi iyi biliyorsun, İngiliz."
Eider, avucu içindeki yüze parmaklarını sürüyor ve onu izlemeye devam ediyordu. Ona dokunmak, bir gülün yapraklarını okşamak gibiydi. Kopmasından ve incinmesinden korkuyordu.
"Onlar benim kardeşlerim ve onları ben büyüttüm lordum." Eider, başını sallayarak konuyu geçiştirdi. Onun ne kadar iyi bir insan olduğuna dair hikâyeler dinlemek istemiyordu. Rose'dan daha fazla etkilenmesi doğru değildi. Bunun için geç kaldığını fark ettiğinde, içinde bir şeylerin sızladığını hissetti. Kendisini toparlamaya çalıştı, ona yardım etmeli ve bundan fazlasını düşünmemeliydi.
"Hava kararmaya yüz tuttuğunda, kollarımda dinlenecek ve bana her şeyi anlatacaksın. Ayrıca kardeşlerinin aniden ortaya çıkmasının sebebini de duymak istiyorum."
Rose, onun haklı olduğunu biliyordu. Eider, soruları ve cevapları birbirine karışmış bir adamdı ve onu en başından beri bu pisliğin içine çeken kişi kendisi olmuştu. O gemiyi bulamamayı ve onu Edward'a hiç götürmemiş olmayı öyle isterdi ki...
"Ağlama,"
"Ben ağlamıyorum lordum."
"Yanaklarından süzülen, bu inci taneleri ne o hâlde?"
"Onların, birçok ismi var lordum. Acı, pişmanlık, hayal kırıklığı... Ama kesinlikle inci tanesi değiller."
Eider uzun ve güçlü parmaklarını, kırmızı dolgun dudaklara sürdü ve onun konuşmasını engelledi.
"Seni sevmeme izin verme İngiliz. Sana dokunmama da..."
Rose, ıslak gözleriyle ona gülümsedi.
Sen de, benim seni sevmeme izin verme İskoç.
"Beni sevecek ve bana dokunmadan duramayacaksınız, lordum..."
Eider, onun alt dudağını okşamaktan ve onu izlemekten mutluluk duyuyordu. Eliyle ensesini okşadı ve Rose'un derin bir iç çekmesiyle beraber rahatlayışını izledi.
"Peki sen İngiliz, sen ne yapacaksın? İntikamının, seni çevrelemesine ve yorgun düşürmesine izin mi vereceksin? Duyduğun yalanlara tutunup, yaşamaya mı çalışacaksın? Ben böyle yapmayacağım İngiliz. Sonunda ne olursa olsun, seni sevmeyi göze alabilirim. Bu, ölüm bile olsa..."
Rose kendini o güçlü elden kurtarıp, yüzünü Eider'in sıcak boynuna sakladı. Onu sevebileceğini, onun aşkıyla ölebileceğini söylüyordu. Evet, o gerçekten güçlü bir adamdı. Ağladı... Ağladı... Ağladı... Güneş, güne veda edene kadar gözyaşları hiç durmadı. Hem cenneti hem de cehennemi aynı kollarda yaşayabilmesi çok ilginç değil miydi?
ŞİMDİ OKUDUĞUN
LORDUM (İngiliz Çiçekleri 1. Kitap)
RomanceSavaş meydanlarındaki zaferleriyle tanınan, güçlü bir İskoç savaşçı... Eider McDuck, çıktığı son görevde, ummadığı bir şekilde oyuna getirildi. Kardeşini kurtarmak için, düşmanıyla el sıkıştı ve bir yabancıyla evlendi. Evlendiği kadın dünyanın en gü...