-49-

7.4K 458 2
                                    


Rose Eider'in saçlarını açtığında, kanayan çatlağı hemen buldu. Ona dokunduğunda Eider acıyla iki büklüm olmuş, elleri altında acıyla homurdanmıştı.

"Beni öldürüyor musun, İngiliz?"

"Belki evet, belki de hayır lordum..."

Eider, yavaşça güldü ve bunun canını yakmasıyla aniden sustu ve yüzünü buruşturdu. Rose, onu şaşkın bakışlarla izliyor ve ona nasıl dokunacağı konusunda düşünüyordu. Yarası çok kötü olmamalıydı, Eider onunla konuşabiliyor ve bakışlarını takip edebiliyordu ama yine de kapanmak için yalvaran gözleri aksini söylüyordu.

"Şu an beni sevmiyorsun İngiliz."

Rose elinde duran ıslak bezle öylece kalakalmış, onu izliyordu.

Unutmamıştı.

"Hem de hiç sevmiyorum lordum."

Eider'in uzun kirpikleri arasından bakan siyah gözlerini gördüğünde, ona yalan söyleyemediğini anladı. Ona baktığında bile içinin eriyor olması her şeyi yalanlıyordu. Kalbi koşuyor, içinde savaşan askerler birbirleriyle çarpışıyordu. Ona bakmak, bir çeşit yıkımdı.

"Beni seviyorsun İngiliz. Hem de çok seviyorsun... Sen söylemesen de gözlerin beni sevdiğini söylüyor," dedi ve ellerini kanayan başına götürmek istedi ama Rose buna izin vermedi. Eider acısını dindirmeye ve güçlü görünmeye çalışıyordu ama kararan yüzü ve artan vücut ısısı onu ele veriyordu. İyi değildi ve uyuyup dinlenmesi gerekiyordu.

"Seni kibirli, domuz!"

Eider kapanmak için yalvaran göz kapaklarına direnerek, son defa ona baktı. Ayağa kalkmak istiyordu ama başının döndüğünü hissettiğinde bundan vazgeçti. Olanların, bir kâbus olmasını diledi. Ölümcül bir sessizlikle onlara atılan oklardan ikisini de kurtarmıştı. Onun toprakları üstünde, onun karısını öldürmek isteyen birileri vardı.

"Canımı yakma İngiliz, ben senin canını asla yakmazdım," dedi ve kendisini derin bir uykunun ortasında buldu. Başına aldığı darbe yüzünden dengesi bozulmuştu. Rose onun bayılırcasına uykuya dalması üzerine hareketlerini hızlandırdı ve Eider'in yarasını temizledi. Yanında duran sıcak suyu değiştirmek için büyük yataktan kalktı ve odadan çıkmak üzereyken arkasını döndü ve sevdiği adama baktı.

"Ne sen benim canımı yakabilirsin ne de ben senin canını yakabilirim Eider... İnsanlar sevdiklerine asla zarar veremezler öyle değil mi?" dedi ve başını önüne eğerek yavaşça kapıyı açıp sessizce odadan çıktı. Sadece onun bir an önce iyileşmesini ve tekrar ona İngiliz diye seslendiğini duymak istiyordu.

*

"Eider nasıl?"

Lisa, ilk kez onunla konuşuyordu. Yüzüne bakmasa da Rose onunla konuştuğunu düşünüyordu, çünkü etrafta onlardan başka kimse yoktu. Rose, bundan emin olduğunda kendisini ona cevap vermek için hazırladı. Yutkundu ve boğazını temizledi.

"O iyi, sadece biraz başı ağrıyor." Rose oyalanacak bir şey bulmak ister gibi, ellerini saçlarına götürdü ve uzun saçlarını çekiştirmeye, onları parmaklarına dolamaya başladı.

"Askerlerin ve Eric'in isyana gelip, Tanrı'ya canlarını almaları için yalvarmalarının nedenini, şimdi anlıyorum." Rose, onun parçalanmış gülümseyişini ilk kez görüyordu. Bu bir gülümseme bile sayılamazdı. O an aniden aklına uçuşan soruyu sorabileceği tek insanın, Lisa olduğunu düşündü. Onu daha fazla oyalamak istememesine rağmen, bu güzel kadınla konuşmak ve onun aklını dağıtmak istiyordu. Lisa'yı kardeşi olarak görüyor ve acısını acısı, intikamını intikamı olarak kabul ediyordu. Ellerinin titreyişine aldırmadan Lisa'ya bir adım daha yaklaştı. O, Eider kadar kusursuzdu. Yakından bakıldığında güzelliğiyle can alabilecek gibi duruyordu.

"Eric, benden neden nefret ediyor Lisa?"

Lisa giydiği siyah ekose kumaşını avuçları içine alıp sıkmaya başladığında, Rose bu soruyu yanlış kişiye sorduğunu anladı. Onu öfkelendirmişti.

"Herkesin kendince nedenleri vardır, Rose Crowfeld," dedi ve hızla çekip gitti.

Yani, herkesin ondan nefret etmek için bir nedeni vardı...

Lisa, ona kim olduğunu ve nereden geldiğini hatırlatmak istemişti. Rose, onun arkasından gidemedi ve ona bir şey söyleyemedi. Lisa ona ne yapsa, ne dese haklıydı. Onun hayatını karartmıştı. Rose Crowfeld, hatırlatması her şeyin gerçek nedenini açıklıyordu. O bir İngiliz'di. Ve Lisa ona, sen bir İngilizsin ve yerini bilmelisin diyordu.

*

Rose mide bulantısıyla ellerini vücuduna sardı, ağzına gelen acı suyu, her yutmak isteyişinde başarısız oldu. Lisa'nın sözleri yeterince ağırına gitmişti ve her defasında güzel kadının onu öldürmek isteyen bakışlarını hatırlamaktan kendisini alamıyordu. Eric'in nefreti, Eider'in kararsızlığı, Lisa'nın öfkesi, kardeşlerinin gidişi... Her şey hasta olmasına yetiyordu ve boğazına kadar gelen acı suyu tekrar yutmaya çalışırken gözleriyle sakin bir köşe aramaya başladı. Etrafında dolanan insanlar, onun hâlini görmezden geliyorlardı. Rose, başının çaresine bakmak zorundaydı. Onu gören herkes, bu mide bulantısının tek bir şeye işaret olduğunu düşündü ve dedikodular hızla yayılmaya başlamıştı. Ağzını sıkıca tutarken kulaklarını tıkamak ve onlarla tartışmak istedi, ama hiçbirini yapamadı. İskoçlar ona yardım etmek yerine, dedikodu yapmayı seçiyorlardı.

Leydi McDuck, hamileydi!

Rose ağaçlara doğru koşuyor, elleriyle ağzını kapatmaya çalışıyordu. Ayağına takılan küçük taşlar, ona koca birer engelmiş gibi geliyordu. "Tanrım, bana neler oluyor böyle?" diyerek iki büklüm oldu. Gözlerinden yaşlar süzülüyor, kusmaya devam ediyordu.

"Hamilesin..." diye fısıldadı Tanrı tüm gücüyle.

Rose nefes nefese ağacın dibinde oturuyor, çıkardıklarına her baktığında tekrar midesi bulanıyordu. Elinin tersiyle alnını sildi, yüzünü gökyüzüne kaldırıp derin nefesler eşliğinde rahatlamaya çalıştı. Güzel şeyler düşündü, hamile olmadığını ve hayatının biraz daha zorlaşmadığını düşündü. Hassaslaşan burnu, aldığı her kokuyla hasta hissetmesine neden oluyordu. Midesinin bir bulantıyla daha savaşması üzerine, yüzünün rengi sarıya döndü ve iki büklüm ağacın dibinde durmaya devam etti. Ayaklarında güç yoktu ve başka gidebileceği bir yer de yoktu.

"Sabah ölümün kıyısından geçiyorsun ve şimdi burada durmuş yalnız başına, onu bekliyorsun. Ölmeyi bu kadar çok istediğini bilseydim, senin için yaralanmazdım İngiliz," dedi boğuk bir sesle. Onun ağacın dibinde ne yaptığını merak ediyordu, onu aradığını öğrendiğinde halkı ona nefretle bakmış kendi aralarında konuşmaya başlamışlardı. Sorularına cevap veren birisi de olmamıştı. Rose'u bulması gerçekten kolay olmamıştı. Şimdi ona arkasını dönmüş sessizce durması, onu sinirlendiriyordu. Elini omzuna koyduğunda, Rose'un soğuk terli bedenini sıcak elinin altında hissetti. Hasta olduğunu düşündü, hırıltılı nefesi ve yere doğru eğilmiş bedeni titriyordu.

Rose, Eider'in sesini duyuyor ama söylediklerini anlayamıyordu. Aklını uyuşturan mide bulantısı, giderek daha da şiddetleniyordu. Önünde beliren yüz ise hayal görmediğini gösteriyordu.

Kötü görünmesi gereken sensin ama yine her zamanki gibi harika görünüyorsun Eider. Bense kusuyorum ve ağzımdan salyalar akıyor.

"Neyin var İngiliz?" dedi Eider, elleri Rose'un yüzünde geziyor yaralı yanağını parmak uçlarıyla okşuyordu.

"Artık bir bebeğim var ama bunun dışında pek bir değişiklik yok," dedi ve başını, Eider'in ellerinden kurtardı. Önünde diz çöken adam, ona kurtarıcısı gibi bakıyordu. Ama onu dibe çeken, ondan başkası değildi. Şimdi her şey daha zor olacak, diye geçirdi içinden. Kanaması gecikmiş ve mide bulantıları başlamıştı. Onu izleyen acımasız halk ve Tanrı ona hamile olduğunu söylemişti. Rose, Eider'in ellerini yumruk yapışını yutkunarak izledi. Kendini kontrol etmeye çalışıyordu.

m2b

LORDUM (İngiliz Çiçekleri 1. Kitap)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin