Allâh(cc) mahlukatı, varlık mertebeleri kemale ersin ve varlık içinde marifet tamamlansın diye yaratmıştır.Yani marifetle ilgili taksimatın varlığı tekamül etsin diye.Şu halde kulları, kendisini bilip tanısınlar diye yaratmıştır.
Çünkü bazı meşhur rivayetlerde de vurgulandığı gibi O bilinmeyen bir hazineydi.Yoksa kendisi zatında tekamül etsin diye değil. Allâh(cc),bundan münezzehtir, yücedir.O, kendini kendisiyle biliyordu.Marifet mertebelerinden olmak üzere kainatın da O'nu bilmesi kalmıştı.Böylece marifet kemal bulacaktı.Bu yüzden mahlukatı yarattı ve onlara kendisini bilmelerini emretti.
Ve bu yüzden varlık kadim(öncesiz) ve hadis (sonradan olma) şeklinde bölünmektedir.Eğer kainatı yaratmasaydı,varlık mertebeleri tamamlanmayacaktı.
Bu gerçeği iyi anla.Salevât getirmenin mahiyeti:
Allâhü Teâlâ kullarının âhirette azâbdan kurtulmalarına bir vesîle olması için Peygamberlerin efendisi Hazret-i Muhammed Mustafâ'ya (s.a.v.) salevât-ı şerîfe getirmeyi emretmiştir.R
esûlullah Efendimiz (s.a.v.) buyurdular ki: “Ey insanlar! Kıyâmet gününün korkunç hâllerinden ve zorlu geçitlerinden ilk önce kurtulacak olanınız bana dünyâda en çok salevât getireninizdir.”
Allâhü Teâlâ peygamberini şereflendirmek için salevât eder. Melekler fazîletini ikrâr ve hürmet için, biz de cennette yüce makâmlara ermek için salât ve selâm okuruz. Allâhü Teâlâ -meâlen- “Muhakkak ki Allah ve melekleri peygambere hep salevât ile tekrîm (ikrâm) ederler. Ey îmân edenler! Haydin ona teslîmiyetle salevât ve selâm getirin.” (Ahzâb sûresi, âyet 56) buyurmuştur.
Bir zât ki onu Hak Teâlâ medhetmiştir (övmüştür); bütün yaradılmışlar onu hakkıyla medhetmekden elbette âcizdir. Allâhü Teâlâ biz kullarının Resûlullah Efendimizin (s.a.v.) hakkını ödemekten âciz kalacağımızı bildiği için bize salevât ve selâm okumamızı emir buyurmuştur. Ümmeti olarak ona salevât ve selâmı, gücümüz yettiğince çok getirelim ki kıyâmet gününde şefâatçimiz olsun.
Resûlullah Efendimiz (s.a.v.) buyurdular ki: “Muhakkak Allâhü Teâlâ istiğfâr ettiğinizde günahlarınızı bağışlar. Kim sâdık bir niyetle Allâhü Teâlâ'ya istiğfâr ederse elbette onu affeder. Kim lâ ilâhe illallâh derse mîzânında hasenâtı (iyiliklerinin sevâbı) ağır gelir. Kim de bana salevât okursa kıyâmet gününde ona şefâatçi olurum.”
Ensâr-ı Kirâm'dan bir genç Resûlullah Efendimizin (s.a.v.) huzûruna geldi. Peygamberimiz (s.a.v.) ona yer açıp Hazret-i Ebûbekir'le arasına oturttu. Sonra Hazret-i Ebûbekr'e: “Aramıza şu genci oturtmam sana güç gelmiş olabilir” buyurdu.
Hazret-i Ebûbekir (r.a.):
“Vallâhi öyle Yâ Resûlallah, aramızda başka birinin olması bana güç geldi.” dedi. Peygamberimiz (s.a.v.) buyurdular ki: “Ey Ebâbekir! Bu genç bana ümmetimden hiç kimsenin getirmediği gibi salevât getiriyor.”Resûlullah Efendimiz (s.a.v.)
Hz. Âişe (r.anhâ) vâlidemize:
“Bana en sevimli olan oruç, Şâban ayındakidir.
Yâ Âişe! O öyle bir aydır ki, sene içinde vefât edeceklerin isimleri ölüm meleğine verilir. Ben de ismimin, oruçlu iken yazılıp verilmesini isterim.” buyurdular.Ümmü Seleme (r.anhâ) vâlidemiz, “Resûlullah (s.a.v.), Ramazan ayından sonra hiçbir ayda Şâban ayındaki kadar oruç tutmamıştır.” buyurdular.
Resûlullah Efendimiz (s.a.v.) buyurdular:
“Receb, Allâhü Teâlâ’nın ayı, Şâban benim ayım, Ramazan, ümmetimin ayıdır. Şâban günahlara keffâret (bağışlanmasına sebep) olan aydır, Ramazan ise günahları temizleyen aydır.”Bu (Şâban) ay(ı), hayır kapılarının açılacağı, bereketin indirileceği, hatâların terk edileceği, günahların bağışlanacağı ve yaratılmışların en hayırlısı olan Resûlullah’a (s.a.v.) çokça salevâtın getirileceği bir aydır.
Müminlerin bu ayda gafletten uyanmaları, geçmişte işledikleri günahlardan dolayı tevbe edip temizlenerek Ramazân-ı Şerîf ayına hazırlanmaları gerekir.
Bu ayda Allâhü Teâlâ'ya yalvarıp yakarmalı, ayın sahibi olan Peygamber Efendimizi (s.a.v.) vesîle kılarak ona yaklaşmaya çalışmalıdır.Bunları sonra yaparım diyerek tehir etmemeli, geciktirmemelidir.Zirâ dünya üç günden ibârettir.Biri,dündür, geçmiştir;ibret alınacak gündür.
Diğeri bugündür,amel etme günüdür;ganîmet bilip değerlendirmelidir.Diğeri de, yarındır ki,bu bir ümittir.Yarına çıkıp çıkamayacağını bilemezsin.
Aylar da böyledir.Receb geçmiştir, tekrar dönmez.Ramazân-ı Şerîf ayı gelecektir,fakat ona kavuşup kavuşamayacağını bilemezsin. Şâban ise iki ay arasında bir vâsıtadır.Bu ayda ibâdetle meşgul olmayı ganîmet bilmek îcâb eder.Şehr bin Havşeb (r.a.), Ümmü Seleme (radıyallâhü anhâ) vâlidemize sordu:
“Ey mü'minlerin annesi, senin yanında iken Resûlullâh'ın (s.a.v.) en çok okuduğu duâ ne idi?” Şöyle buyurdu:
“Yâ mukallibel-kulûb sebbit kalbî alâ dînike’ idi.” (Tercümesi: Ey kalpleri çeviren Rabbim, kalbimi dînin ve tâatin üzerinde sâbit kıl.) Ben:
“Yâ Resûlallah bu duâ'yı ne çok okuyorsunuz?” dedim de şöyle buyurdu:
“Ey Ümmü Seleme, hiçbir insan yoktur ki kalbi Allâhü Teâlâ'nın kudreti altında olmasın. O dilediğini sabit kılar, dilediğini kaydırır.”(Sünen-i Tirmizi)Şâban ayı,Resûlullah (s.a.v.) Efendimizin ayıdır.Bu îtibarla bu ayda salevât-ı şerîfeye devam etmek lâzımdır.Yine mümkün oldukça istiğfar ve İhlâs-ı Şerîf okumalı, teheccüd ve tesbîh namazları kılmalı ve hatm-i enbiyâ yapmalıdır.Şâban ayı, şerefli,ulvî, berâta erdirici,ilâhî ihsâna kavuşturucu, mü'minlere rahmet,kâfirlere gazap olan ve ilâhî nûra nâil eden bir aydır.Bu ayın birinci gecesinde,her rek'atte bir Fâtiha, üç Âyetü'l-Kürsî ile bir tesbih namazı kılınması tavsiye edinilmiştir.
Mi'râc:
Peygamberimiz (s.a.v), Hicret’ten bir buçuk sene evvel Receb ayının 27. gecesi Burak ile Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksâ’ya götürüldükten sonra Kubbetü’s-Sahrâ’dan semâya çıkarıldı. Semâ katlarının her birinde peygamberlerden biriyle görüştü.Nice melekler gördü.Cennet ve cehennemi müşâhede etti, gördü.
Sidre-i Müntehâ’yı geçti, Allâhü Teâlâ’nın melekûtundan birçok acâyibât gösterildi.Beş vakit namaz emri ile aynı gece geri döndü.Sabah mescide çıkıp Kureyş’e haber verdi. Şaşkınlık ve inkârdan kimi el çırpıyor, kimi elini başına koyuyordu.
Îman etmiş olanlardan bazıları,dinden döndüler.İçlerinden bir kısmı Hz. Ebûbekr’e (r.a.) koştular:“Eğer bunu o söylediyse şüphesiz doğrudur.” dedi. “Onu,bunda da mı tasdik ediyorsun?” dediler.“Ben onu bundan daha ötesinde de -yani peygamberliğini- tasdik ediyorum!” dedi.
Bunun üzerine “Sıddîk” diye isimlendirildi.
Kureyşlilerden Mescid-i Aksâ’yı bilenler Peygamber Efendimize (s.a.v.) onunla alâkalı sualler sordular, orayı târif etmesini istediler.
Allâhü Teâlâ Mescid-i Aksâ’yı Resûlullâh’a gösterdi,ona bakıp târif ediyordu.
Müşrikler, “Târifinde doğru söyledi.” dediler.
Sonra da “Haydi bakalım, bizim kervanı haber ver.O, bizce daha mühimdir.Onlardan bir şeye rast geldin mi?” dediler.“Evet, filanların kervanına rast geldim,Revha’da idi.
Bir deve yitirmişler,arıyorlardı. Yüklerinde bir su kırbası vardı. Susadım,onu alıp su içtim ve yine yerine koydum.Geldiklerinde sorun bakalım,kırbada suyu bulmuşlar mı?” buyurdu.“Bu da diğer bir delildir.” dediler.
Sonra sayılarını,yüklerini,şekillerini sordular.Bu defa da Resûlullâh’a (s.a.v.) kervan gösteriliverdi ve sorduklarının hepsini haber verdi: “İçlerinde falan ve filân,önde karamtık beyaz bir deve üzerinde dikilmiş iki büyük çuval olduğu halde filân gün güneşin doğuşuyla beraber gelirler.” buyurdu.“Bu da diğer bir delildir.” dediler.
O gün hızla tepeye doğru çıktılar. Güneş ne zaman doğacak da onu yalancı çıkaracağız diye bakıyorlardı. Derken içlerinden birisi “Gün doğdu.” diye haykırdı,diğer birisi de “İşte kervan geliyor,önünde karamtık beyaz deve ve içlerinde falan ve filan da var, tıpkı dediği gibi.” dedi.
Böyle iken yine îmân etmediler de “Bu apaçık bir sihirdir.” dediler.(İsrâ sûresi,1. âyetin tefsirinden)İsmen Duâ ile Selâmetle...