Aslında Çalışıp Kazanmak Farz Değildir. Ancak İki Durumda Farz Olur; Birincisi, İnsanın Çoluk-Çocuğu Bulunur ve Onlar İçin Mübâh Yollardan Sağlanmış Bir Nafaka Mevcut Değilse Çalışmak Farz Olur. İkincisi, Çalışmadığında Farzı Yerine Getirmek İçin Gerekli Gıdayı Alamadığından Bir Farzı Terk Edecek veyâ Zayıf Düşüp Ondan Geri Kalacak Bir Durumla Karşılaştığında Çalışmak Farz Olur.
Velîlerden Bişr bin Haris Çalışmayı Bırakmıştı. Devamlı Helâl Kazanç Hakkında Konuşur ve Bunda Çok Hassas Davranırdı. Bir Gün Kendisine, “Ey Ebâ Nasr, Sen Yiyeceğini Nereden Temin Ediyorsun?” Diye Sordular. O, “Siz Nereden Temin Ediyorsanız Ben de Oradan Temin Ediyorum (Ben de Sizin Gibi Rızkımı Yüce Allah’tan Alıyorum) Fakât Rızkını (Sıkıntılar İçerisinde) Ağlayarak Yiyen Kime (Allah’ın Sonsuz Rahmetiyle Rızkını Kolayca Elde Edip) Gülerek Yiyen Gibi Değildir.” Buyurdu.
Bir Defasında da, “El Elden Kısadır, Lokma Lokmadan Küçüktür.” Şeklinde Cevap Vermişti.
Süfyân-ı Sevrî’nin Elli Altını Vardı. Onları Ticaret İçin Çalıştırdı. Vefâtına Yakın Onları Çalıştırandan Geri Aldı, Kardeşlerine Dağıttı ve Çalışmayı Bıraktı. Rivâyete Göre O, Ailesi Ölünce Böyle Yapmıştı. Ondan Sonra Tek Başına Kalmıştı.
İbnu Süleyman Demiştir ki, “Süfyân-ı Sevrî’nin Benim Yanımda Üç Yüz Dirhem Gümüş Parası Vardı. Onlarla Kendisi Adına Ticaret Yapıyordum. Bir Gün, “Onları Bana Getir.” Dedi, Getirdim. Hepsini Keseler Hâlinde Ayırdı ve Dağıttı...”
İnsanın Ailesinin Durumunu Kendi Hâline Kıyaslaması Doğru Değildir. Ancak Ailesi Onun Gibi Fakirlik Durumunu Tercih Eder, Fakirliğe Sabır Hâlleri ve Bunun Fâziletine Dâir Bilgileri Kendisi Gibi Olursa, O Zaman Kendi Yaşantısının Bir Benzerini Ailesinden İstemesi Mümkün Olur. Artık Onlar İçin de Çalışmayı Terk Edebilir. Çünkü Aile Efradı da, Koca Üzerindeki Haklarını İstemede Tıpkı Kendisi Gibi Düşünmeye Başlamışlardır. Zaten Seleften Birçoğu Böyle Yapmıştır.
Bâzı Ârifler, Belirli Bir Maaşı ve Geçim Sebebi Olmayan Kimseyi, Belirli Maaşı Olan Kimseden Daha Fâziletli Görüyorlardı. Onlar, Çalışıp Kazanmayı Terk Etmeyi Daha Fâziletli Sayıyorlardı. Çünkü Çalışmak, Belirli Bir Rızka Bağlanmaktır. Ârifler, Maaş ve Kazanç Gibi Belirli Bir Rızka Güvenerek Kalbin Onunla Huzur Bulmasını Hastalık Sayarlar Fakât Kulun Kalbi, Elde Belirli Bir Geçim Sebebinin Olmadığı Hâlde Huzurlu Olur, Yokluk Hâlinde Düşüncesini Toplar ve İnsanların Elindeki Maldan Tamahını Keserse, İşte Bu, Tevekkülde Bir Makamdır.
Bana Göre, Çalışıp Çalışmama Meselesinin Açıklaması ve Orta Yolu Şudur: En İyisini Allahû Teâlâ Bilir. Biz, Bu Konuda Diyoruz ki; İnsan, Sırf Belirli Bir Kazancı ve Geçim Sebebi Olmadığı İçin Fâziletli Olmaz. Aynı Şekilde, Sırf Çalışmayı Terk Ettiği İçin de Üstünlük Kazanmaz. O Ancak, Bulunduğu Makama Uygun Davranmakla Fâzileti Ele Geçirir.
Belirli Bir Geçim Vâsıtası/Maaşı ve Kazancı Olan Kişi, Mârifet Bakımından Daha Güzel, Yakîn Bakımından Daha Kuvvetli Olduğunda, Belirli Bir Geçim Sebebi Olmayandan Daha Üstün Olur.
Belirli Bir Kazanç Yolunun Varlığı ile Beraber Kalbin Sükûnet İçerisinde Bulunması ve Nefsin Huzur Hâlinde Olması, Makamının Durumuna Göre Tevekkül Ehlinin Hâlinde Bir Kusur Sayılmaz. Bu Durumda O, Yükseleceği Bir Makam ve Fâzilet Elde Edeceği Bir Hâl Sahibi de Olmaz. Ancak, Belirli ve Yeterli Bir Geçim Vâsıtasına Sahipken, Halkın Elindekine Göz Dikilmesi ve Kalbin Dağınık Hâlde Bulunması, Hem Bana Hem de Diğer Bütün Âlimlere Göre Tevekkülde Bir Noksanlıktır. Yoklukla Beraber Halkın Elindekine Göz Dikmemek, Kalbi Birlik ve Dirlik İçerisinde Olmak Bütün Âriflere Göre Daha Üstün Daha Yüksek Bir Derecedir.
Halid’in Oğulları Hayye ve Sivar’dan Rivâyet Edildiğinde Göre Aleyhisselâtû Vesselâm Efendimiz Kendilerine Şöyle Buyurmuş, “Başlarınız Hareket Ettiği Müddetçe/Yaşadığınız Sürece Rızıktan Ümidinizi Kesmeyin. Çünkü İnsanoğlu, Annesi Üzerinde Bir Elbise Olmadan Kızıl Bir Deri ile Doğrudur, Daha Sonra Allah Rızkını Verir.”
Yine Aleyhisselâtû Vesselâm Efendimiz, Kendisine Hurma Uzattığı Bir Dilenciye, “Al Bunu! Sen Ona Gelmeseydin, O Sana Gelecekti.” Buyurmuştur.
Bu Konuda Denilmiştir ki; Kul, Rızkından Kaçsa da Rızkı Ona Gelir. Nasıl Ölümden Kaçana Ölüm Geliyorsa, Rızk da Öyledir. Ölüm Meleği İnsana Görünmediği Sürece Rızkı Kesilmeyecektir. Ölümle Dünyâ Rızkı Kesilecek, Âhiret Rızkı Başlayacaktır. Böylece Âhiretin İlk Rızkı, Dünyâdaki Son Rızkı Olacak ve Âhiret Rızkı Asla Kesilmeyecektir.
Sehl bin Abdullah Tüsteri Demiştir ki, “Eğer Kul Allah’tan Kendisine Rızk Vermemesini İstese, Allah Onun Bu Duâsını Kabûl Etmez ve Ona, “Ey Câhil Kulum! Ben Seni Yarattım. Artık Ebedîyen Rızkını Vermek Bana Aittir!” Buyurur...”
Bir Defasında Sehl’e, Rızkın Ne Olduğu Soruldu. O, “Gerçek Rızk, Hiç Ölmeyen ve Hep Hayatta Kalan Allah’tır.” Cevabını Verdi. Soruyu Soran, Ben Sana İnsanı Ayakta Tutan Şeyi Soruyorum?” Dedi. Sehl, “İnsanı Ayakta Tutan Şey İlimdir.” Dedi. Adam, “Ben Sana İnsanın Gıdasını Sordum.” Dedi. O, “Asıl Gıda Zikirdir.” Dedi. Soran Şahıs, “Ben Sana Cesedin Yiyeceğini Soruyorum.” Deyince Hazret, “Cesetten Sana Ne! Sen Onu, İlk Olarak Onu Yaratmayı Üstlenen Yüce Zâta Bırak. O İşin Sonunda da Ona Sahip Çıkar. Vücûdun Hastalandığında Onu Yapan Ustasına Havâle Et. Bilmiyor musun, Bir Sanat Eseri Arızalandığında Onu Ustasına Götürürler, O da Onu Tamir Eder!”
el-Havvas Demiştir ki; Bize Sehl’in Şöyle Dediği Rivâyet Edildi, “Allah, Seçilmiş Kullarına Fakirlik Verir ve Halka Tamah Etmeleri Sebebiyle Onları Muhtaç Hâle Getirir. Halkın Kalbine de Onlara Bir Şey Vermeme Duygusunu Atar. Böylece Onları Halkın Elindeki Şeylerden Mahrûm Bırakır. Bu Şekilde Onları Kendisine Çekmek İster. Onlar, Halktan Ümitlerini Kesmiş ve Rabblerine Boyun Eğmiş Olarak Allah’a Döndüklerinde, Onları Hiç Beklemedikleri Bir Yerden Rızıklandırır...”
Havvas/Seçkin Kimselerden Olmanın Alâmetlerinden Biri de, Dünyevî Bir Şeye Kıymet Verip Yöneldikleri Zaman, Ondan Mahrûm Kalmalarıdır. Bir Kula Güvendiklerinde, Allah O Kulu Bunlara Musallat Eder. Böylece Onları Ancak Yüce Zâtı ile Huzur ve Sükûn Bulma Derecesine Yükseltir.
Âriflerden Birisi, Kendisine Arzu Ettiği ve Göz Diktiği Bir Mal Verilince Almazdı. Kimileri de Bu Şekilde Kendisine Gelen Malı Elinden Çıkarır ve Nefsini Cezalandırmak İçin Ondan Bir Şey Almazdı.
Zünnûn el-Mısrî (rah) Dostlarıyla Tevhîd ve Mârifet İlmi Hakkında Konuşuyordu. O Sırada Bir Genç Kendisine, Ekmeğin Nereden Geldiğini Sordu. Bunun Üzerine Hazret, Yanındakilere Şöyle Dedi, “Alın Bunu Sufîlere Götürün de, Kendisine Edebi Öğretsinler!”
Ma’rûf el-Kerhi Hakkında Şu Hâdise Nâkledilmiştir; Kendisine Bişr’in Önüne Açılan Maddî Sebeplere İltifât Etmediği Anlatıldığında Şöyle Dedi, “Kardeşim Bişr’in Bu Sebeplere İltifât Etmeyişi Verâ/Takvâ Hâlindendir. Bana Gelince, Beni de İlâhî Mârifet Dinç Tutmaktadır...”
Ancak Ma’rûf el-Kerhi de, Yalnız İhtiyaç Ânında Sebeplere Başvurur, Kendisi İçin Yalnız Zaruri Olanı Alırdı ve Kenarda Bir Şey Biriktirmezdi. O, Emeli Çok Kısa Birisiydi. Bir Namaz Vaktinden Diğerine Kadar Hayatta Kalacağını Düşünmezdi. Öğle Namazını Kıldıktan Sonra Yakınlarına, “İkindi Namazı İçin Kendinize Îmâm Arayın.” Derdi Çok Defa da, “Ben Rabbimin Yurdunda Misâfirim, Bana Bir Şey Yedirirse Yerim. Beni Aç Bırakırsa, Doyurana Kadar Sabrederim.” Derdi.
Ebû Muhammed Sehl de Demiştir ki, “Tevekkül Eden İnsan, Ne Bir Şey İster Ne Geleni Geri Çevirir Ne de Bir Kenarda Mal Biriktirir...”