Merhabalar, günaydın! 🦋 Bugün bölümü önceden düzenleyebildiğim için daha erken yayımlıyorum! 😇 Alec bu bölümde Elizabeth'in kaçırıldığını öğreniyor mu? Elizabeth ne gördü? Bu sefer kurtulabilecek mi? Ian ve James onları korkutan ne görmüş olabilirler? Hepsi ve daha fazlası için sizi bölümümüzle baş başa bırakıyorum! Düşüncelerinizi ve yorumlarınızı paylaşırsanız çok mutlu olurum. İyi okumalaar! 🌸
Önceki bölümde...
"Lanet olsun Ian! Daha ne kadar gitmemiz gerekiyor? Saatlerdir yoldayız. Kızım nerede?" Ian henüz baba olmuş bir adam olarak James'i çok daha iyi anlıyordu. Minicik bebeklerinin saçının bir teline dokunmaya cüret edecek insanı yok ederdi. Doğduğuna pişman ederdi. Şimdi ise James'in kızı kayıptı. Hem de kötü niyetinden emin olduğu insanlar tarafından alıkonulmuştu. Buna yardım eden insanlardan biri de kardeşiydi üstelik! Doğduğu güne lanet ettiği kardeşi! Bunu kimseye itiraf etmek istemese bile gerçeği kendi içinde biliyordu. Bu sefer affedici olmayacaktı. Onun işini kendi elleriyle bitirecekti. Tam sakin olmaya çalışıp James'e yanıt verecekti ki gördüğü sönmüş kamp ateşiyle atını durdurdu. James de durdu. İkisi de ellerini havaya kaldırdı ve arkasındaki askerlerine durma emrini verdiler.
Kevin ve Margaret Rochelle'in evi McAlister ve McLeod topraklarının kesiştiği en uç noktada, yani sınırda bulunuyordu. Tabi yıllar önce Campbellların sınırıyla da birleşen bu topraklar, iki klanın büyük savaşından sonra McAlisterların himayesine girmişti. Kevin ve Margaret yıllardır o topraklarda iki çocuklarıyla birlikte barış içinde yaşıyordu. Kimseye bir zararı dokunmayan bu aile, kendilerine misafir olanlara da her zaman kapılarını açmış ve ihtiyacı olanlara da yardım etmişti. Özellikle Margaret Highlands'de iyileştirici yeteneğiyle bilindiğinden kapıları sürekli çalınır dururdu. Onlar da hiç kimseyi geri çevirmez, bütün iyi yüreklilikleriyle yardımcı olmaya çalışırdı. Bu yüzden de sınır topraklarında yaşamalarına rağmen hiçbir zaman korunmaya ihtiyaç duymazlardı. Tabi aslen McAlister klanına ait olduklarından, Alec sınırda yaşayan her köylüsüne ve askerine yaptığı gibi onlara da arada askerlerini göndererek onların bir ihtiyacı olup olmadığını sorgulardı ve mutlaka bir şeyler gönderirdi. Margaret bu yüzden McAlister klanına ait ve böyle bir efendiye sahip oldukları için her zaman Tanrı'ya şükrederdi. O yüzden bir akşam üstü efendileri Alec McAlister'ı ve yanında bir grup askeri kulübelerine doğru ilerlerken görünce hem sevindi hem de şaşırdı. Kocasına gördüklerini haber verip birlikte, baharın gelişini kutlarcasına açan rengarenk çiçeklerin açtığı ve ektiği sebze – meyvelerin tomurcuklandığı bahçelerine çıkarak onları kapıda karşılamak istediler. Muhakkak efendilerini buraya getiren önemli bir sebep olmalıydı. Kevin atta gözleri ve elleri bağlı olan bir kadın olduğunu da görünce kaşlarını çattı. Sabırla efendilerinin yanlarına gelmesini beklemeye başladı. Onlar yaklaştığındaysa Margaret efendisinin gömleğinin kolunu ve göğsünü lekeleyen kırmızı rengi gördüğünde dehşetle nefesini tuttu. Kocası ilerleyerek efendisini ve askerlerini karşılarken Margaret kendisini toparlamaya çalıştı. "Hoş geldiniz efendim! Sizi burada görmek mutluluk verici!" Arkadan yetişkin bir yaşa gelmiş oğulları kulübeden fırlayarak yanlarına geldi. "Evimize hoş geldiniz efendim!" Alec, kendisini ve askerlerini güzel bir şekilde karşılayan Rochelle ailesine içinde bulunduğu ruh halinin aksine gülümseyerek yanıt verdi. "Hoş bulduk Kevin!" Kendisini zorlamaya başlayan yaralarını umursamamaya çalışarak atından indi. Ama yüzünden anlık geçen acı yüz ifadesi Margaret'in dikkatinden kaçmadı. "Efendim iyi misiniz?" diyerek ileri atıldığında liderini selamlamadığını hatırlayarak mahcup oldu. "Özür dilerim efendim. Telaşımı mazur görün. Yaralandığınızı düşündüğüm için endişelendim. Hoş geldiniz." Alec onu rahatlatmak istercesine gülümsemeye çalıştı. "Bazı önemsiz yaralarım var evet. Büyütülecek bir şey değil." Margaret onları içeri davet etmeyerek kabalık yaptığını yeni fark ederek kendisine sinirlendi. "Kabalığımı mazur görün efendim. İçeri buyurmaz mıydınız? Yeni pişirdiğim yahni ve elmalı turtam var. Bize eşlik ederseniz çok mutlu olacağız." Tam o sırada kulübenin kapısından McAlister ekose kumaşı boynundan sarkarak ayaklarına takılır bir şekilde koşarak küçük bir kız çocuğu çıktı. "Anne kimler gelmiş?" Heyecanla sorulan bu Alec'i içinde bulunduğu duruma rağmen gülümsetti. Çocuk Alec'in iriliğinden korkmadan onun önünde durarak başını kaldırdı ve gözlerinin içine baktı. "Sen kimsin?" Margaret telaşla mahcup bir şekilde kızını efendisinin önünden çekmeye çalışacakken Alec elini havaya kaldırıp onun durmasını istediğini gösterdi. "Efendim kusura bakmayın, Emily doğduğundan beri sizi görmediği için tanıyamadı. Yoksa saygısızlık etmek istemedi." Alec gülümseyerek onu rahatlatmaya çalıştı. "Sakin ol Margaret, o daha bir çocuk." Alec aşağı eğilerek çocuğun seviyesine indi. "Benim ismim Alec McAlister." Küçük kız heyecanla elini ağzına kapattı ve karşısındakinin babasının sürekli bahsettiği liderleri olduğunu anladı. Eğilerek selam vermeye çalıştığı sırada ayağı ekose kumaşa takıldı ve tam yere düşecekken Alec onu yakaladı. Sonra onu kucağına alarak ayağa kalktı. Margaret telaşla onlara yaklaştı. "Efendim yaralarınız..." Kevin karısının kolundan şefkatle tutarak onu durdurdu. Oğlu Michael ise kardeşine sevgiyle liderine de saygıyla bakıyordu. Onun gibi bir lider, bir köylüsünün kızıyla bu denli ilgilenmek zorunda değildi. Ama liderleri böyle bir yüce gönüllülüğe sahipti. "Ben seni tanıyorum. Annem, babam ve abim sürekli senden bahsediyor." Michael bir adım öne çıkarak kardeşini uyardı. "O bizim liderimiz, ona sen diyemezsin Emily." Alec Michael'a gülümseyerek bir problem olmadığını belirtti. "Demek beni anlatıyorlar... Neler söylüyorlar Emily?" Emily'nin gözlerinde muzip parıltılar belirdi. Onun da gözleri Elizabeth'i gibi bal renginde, saçları da altın renginde parıldıyordu. "Senin büyük bir savaşçı olduğunu..." O sırada ellerini havada kaldırarak kocaman bir daire çizdi. "Ve bizi koruduğunu söylüyorlar." Alec boşta kalan eliyle çocuğun rüzgarda uçuşan saçlarını kulağının arkasına koydu. Tam konuşacakken atın üstündeki Joanna huzursuzca bağırdı. "Bu aptal konuşmayı daha ne kadar dinlemek zorundayım!" Kaşlarını sinirle çatan Alec, Emily'yi yavaşça kucağından indirdi. "İçeri geleceğiz Kevin." Bakışlarını Lancelot'a çevirdi. "İki asker görevlendir. Kadının başında beklesinler. Yerinden kıpırdamayacak!" Joanna duydukları karşısında sinirle tekrar bağırdı. "Sen karnını doyururken benim burada bekleyeceğimi sanıyorsan yanılıyorsun!" Sonra bir kahkaha attı. "Sen yemeğini yerken acaba babacığım sevgili Elizabeth'ine neler yapıyordur!" Bunları duyan Lancelot Emily'yi içeri götürmesi için Margaret'a eliyle işaret yaptı. Birazdan iyi şeyler olmayacaktı. Margaret ikiletmeden kumandanın dediğini yaptı. Bu sözleri duyunca kanı donan Alec, ölüm saçan gözleriyle kadına doğru ilerledi. Hızla kadının gözünü kapatan bezi çekip çıkardı. "Şimdi dikkatini çektim deme-" Alec'in kan dondurucu bakışlarıyla karşılaşınca aniden sustu. "Ne dedin sen?" Alec hançerini kınından çekerek çıkardı. Joanna atın üstünde olmasına rağmen Alec ona yukarıdan bakıyordu. Dediklerinden pişman olan kadın söylediklerini çevirmeye çalıştı. "B-ben seni kızdırmak için öyle söyledim..." Ama Alec ona inanmıyordu. Bu kadın böyle söylüyorsa muhakkak altından bir şey çıkardı. Gerçi kendisine söylediği yalanları da hatırlıyordu ama, söz konusu Elizabeth olunca gözü hiçbir şey görmüyordu. Aklı geçen günler boyunca Elizabeth'de kalmıştı. Kendi klanında kalma süresinin bittiğini biliyordu, Jennifer'ın onu geri isteyeceğini de biliyordu. Ama vücudundaki yaraları ablasının görmesini istemediğinden kendi klanından ayrılacağını düşünmemişti. Neler oluyordu? Bu lanet olası kadın doğruyu mu söylüyordu? Güvenliği iki katına çıkardığı klanında bir problem mi vardı? Aklında soru işaretleri ve korkunç bir endişeyle ne hissettiğini belli etmeden tehditvari ve kötücül bir şekilde baktı. "Neden böyle bir şey söyledin?" Sıkılı dişlerinin arasından çıkan içinde tehdit barındıran bu soru Joanna'yı ürkütmeye yetti. "B-ben böyle bir şey demek istemedim. Sadece gözümü açman için söyledim." Alec sinirle burnundan soluyordu. Kafası o kadar karışmıştı ki ne yapacağını bilemiyordu. Aklına düşen bu şüphe onu delirtiyordu. Ama kendi endişesini ona göstermek istemediği için buz gibi sakin bir sesle konuştu. "Ellerini, ayaklarını, gözlerini ve ağzını bağlayın. Ağzından tek bir şey geçmeyecek." Kadın tekrar itiraz edecek mi diye onun gözlerinin içine bakan Alec sessiz bir isyan ve öfkeden başka bir şey görmedi. Hançerini tekrar kınına koydu ve arkasında Kevin ve oğluyla ilerlemeye başladı. Elini pantolonun cebine attı. Tek hamlede su damlası kolyesini çıkartarak avcunun içine aldı ve elini yumruk yaptı. Campbell p*çinden kurtulduktan sonra yapacağı ilk şey aşık olduğu kadına kalbini açmak ve onu geri kazanmak olacaktı. Ne olursa olsun onun kıymetini bilecek, gözünün önünden ayırmayacak, koruyacak ve bir daha ona zarar gelmesine asla izin vermeyecekti. Kolyeyi tekrar cebine koydu ve kulübeden içeri girdi. Yarasının tedavisi yapılır yapılmaz buradan ayrılacak ve bu işi bitirecekti.
Elizabeth indiği çukurda gördükleri karşısında şaşırdı. Böyle bir şeyle karşılaşacağını hiç düşünmemişti. Karşısında kocaman parlayan gözleriyle bakan tam beş tane küçük kurt yavrusu vardı. Gözleri parlayarak Blue'ya döndü. "Ah senin mi bu güzel bebekler?" Blue cevap verircesine yavruların yanına gidip uzandı ve kendisine baktı. "Onları sevmeme izin verir miydin acaba..." Çekingence bir adım atıp yere oturduğunda arkasında duyduğu sesle geriye baktı. Büyük kurt kendisine bakıyordu. Ama ilk sefer ki gibi korkutmaya çalışır bir hali yoktu. Sanki ne yapacağını izlemek istercesine gözlerine bakıyordu. Elizabeth onun varlığını unutmak istercesine Blue'dan aldığı cesaretle ilerledi ve bembeyaz tüylere sahip olan yavrunun başını hafifçe okşadı. Bu hareketine iki kurt da tepki göstermeyince bu sefer biraz daha uzun bir şekilde yavrunun karnını ve sırtını okşadı. Yavru ise bu sevgi hareketine karşılık henüz yeni kazandığı yürüme yetisini kullanarak yalpaladı ve Elizabeth'e ilerlemeye çalıştı. Son birkaç adımı kaldığında dengesini kaybedip yere düşecekken Elizabeth onu yakalayarak kucağına aldı. Dili ağzından sarkarak kendisine bakan yavru küçük pençeleriyle kendisiyle oyun oynamak istiyordu. Elizabeth de kendisini kaptırarak onunla oyun oynamaya başladı. Daha sonra diğer yavrular da yavaş yavaş etrafına toparlandığında Elizabeth ne kadar süre o şekilde onlarla oyun oynadığını bilemiyordu. Bir anda arkasından duyduğu korkunç hırıltıyla kafasını çevirdiğinde büyük kurdun kendisine saldıracağını düşündü. Ama kurt arkasını onlara dönmüş, Elizabeth'in çukurda olduğu için göremediği bir şeye hırıldıyordu. Aniden Blue da ayağa kalktı ve zıplayarak çukurdan çıktı. O da gördükleri karşısında hırıldamaya başlayınca Elizabeth telaşlandı ve yavruları yavaşça kucağından indirerek ayağa kalktı. Eli şaşkınlıkla ağzına doğru gittiğinde 'Ulu Tanrım, nasıl da şanssızım! Bütün felaketler beni buluyor...' diye düşündü çaresizce. Bakalım bu sefer nasıl kurtulacaktı...
Ian ve James atlarından inerek sönmüş kamp ateşinin etrafında dolaşıp ne kadar süre önce sönmüş bir ateş olduğunu anlamaya çalışıyorlardı. Diğer askerler de inmiş bulundukları bölgede herhangi bir iz bulmak için etrafa bakınıyorlardı. "Çok fazla uzaklaşmış olamazlar Ian. Hala sıcaklık hissediliyor. Aradığımız onlarsa çok yaklaştık demektir." Ian onaylayarak başını salladı. "Takip ettiğimiz at nalları burada duraksamış görünüyor. Ama esas soru daha sonra ne yaptılar?" James düşünceli bir şekilde etrafında dönerek bulundukları yeri inceledi. "Etrafta kurbağalar var. Bu da yakınlarda bir dere ya da göl olduğunu gösteriyor. Burada durdularsa muhakkak suyun yanına da gitmişlerdir. Hadi gidelim!" Ian onun sözünü ikiletmeden askerlere eliyle işaret etti. Normalde bir İngiliz'in sözünü dinlemeyi bırakın onunla yüz yüze gelip konuşmazdı bile. Fakat James farklıydı. O hem karısının babası hem de birçok olaydan dolayı saygı duyduğu bir adamdı. Onu bir İskoç olarak düşünüyordu. Çünkü James gibi bir adam İngiliz olamayacak kadar onurlu ve şerefliydi. Bunları düşünürken bir yandan da gözleriyle etrafı tarıyordu. İlerleyerek dereyi keşfettiklerinde James nefesini tuttu. Ian da çok farklı değildi. Sadece tepkisini daha az göstermişti. Derenin az ilerisinde toprakta azımsanamayacak şekilde bir kan lekesi vardı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Hayallerin Yolculuğu ✨
Historical Fictionİngiltere'den İskoçya'ya uzanan bir hikaye.... Basit görünen bir karşılaşmadan sonra, her şeyi değiştiren yolculuk karşı konulmaz bir aşkın başlangıcı olacaktı. Üstü tozlarla örtülü olan sırlar, bu yolculukla bir bir gün yüzüne çıkacaktı. Suikastler...