Önceki bölümde...
Onlar yapacakları düğünlerinin tarihi hakkında sohbet ederken Sophie arada konuştu, fikirlerini belirtti ve kendi duygularını bastırmaya çalıştı. Az önce Daniel'ın bambaşka bir halini görmemiş gibi. Hırsının geldiği o garip ve korkutucu durumu görmemiş gibi. Böyle bir durumla karşı karşıya kalacağını hiç düşünmemişti. Sophie abisi gibi değildi. O aşkın ile sevginin gücüne ve iyileştiriciliğine en başından beri inanıyordu. Ama karşılaştığı durum inandıklarının çok ötesindeydi. Bütün inandığı şeyleri yıkacak cinsten bir durumdu. Peki Sophie ona aşık mıydı? Yoksa sadece küçük bir hoşlantı mıydı? Eğer bir hoşlantıysa bu kadar canının yanması normal miydi? Emin olduğu tek bir şey vardı. Sophie hırsları, duygularının önüne geçen biriyle olamazdı. Bu onu mutsuz ederdi. Daniel'ın da kendisine önem vermediği zaten bu tavırlarından belliydi. "Daniel! Ben de sana bakınıyordum. Nerelerdesin? Gel ve önümüzdeki haftalarda yapacaklarımızı dinle!" Abisi Daniel'ı yanlarına çağırırken Sophie yüzüne en soğuk ifadesini oturtarak yanındaki tek boş sandalyeye oturan Daniel'a diğer herkes gibi gülümsedi.
1 AY SONRA
Sabah McLeod kalesinin zindanlarında...
Joanna Campbell karanlık ve küf kokan hücresinde koltuktan bozma yatağına oturmuş, başını ellerinin arasına almış sallanıyordu. Ne kadar zamandır orada olduğunu bilmiyordu. Sabah mı akşam mı bilmiyordu. Tek bildiği şey buraya nasıl düştüğüydü. Ne denerse denesin buradan çıkamamıştı. McAlister liderinin çocuğunu taşıdığını dahi söylemişti. En ileri gittiği yalanı buydu. Ama kimse ona inanmamıştı. Sadece kahkahalarla gülüp daha iyi yalanlar bulması gerektiğini söylemişlerdi. Bu uzun zaman boyunca kendinden başka bir insandan duyduğu son cümle olmuştu. Şu küçük hücrede artık her şey üzerine geliyor gibiydi. Çoğu zaman kendini motive etmişti. O birçok şey atlatıp birçok şey yaşamıştı. Ama buradan kaçmak için bir seçeneğinin kalmamış olduğu gerçeğini kabullenmek onu yıkmıştı belki de. Anlamsızca mırıldanırken sallanmaya devam ediyordu. "Böyle olmaz... Böyle devam edemem..." Son zamanlarda ölmemesi için verilen kuru ekmek ve suya da dokunmuyordu. Çünkü o böyle sefil bir hayat yaşamak için dünyaya gelmemişti. Böylesi bir hayatı kabul edemezdi. "Olmaz, olmaz... Yapamam..." Kendi kendine mırıldanırken aniden yerde gözüne parlayan bir şey çarptı. Sallanmayı bırakarak ellerini başının üzerinden çekti. Ayaklarını aşağı sallandırarak güçsüzce kendini kaldırdı ve ayaklandı. Aşağı eğilerek samanların arasından bu parlayan şeyi eline aldı. Bu kırık, keskin bir camdı. Elinde çevirerek inceledi. Hayat çok garipti. Bir ay önce hayalleri bir klanın lideri olmakken şimdi tek umudu bu kırık cam gibiydi. Etrafına bakınarak içinde bulunduğu karanlık hücreyi inceledi. Son gördüğü yerin burası olacak olması karşısında kahkaha attı. Durmadan kahkaha attı. Ama kimse ona bakmaya gelmedi. Belki de bu tepkisizlikti onu bulunduğu hale getiren. Kahkahaları durduğunda yüzü tekrar ifadesizleşti. Cam parçasını bulduğu yere bırakarak aniden koltuktan bozma yatağını çekiştirerek yere attı. Sinirli bir şekilde çığlık atarak tuvaletini yaptığı kabı devirerek yere attı. Bu kadar gürültüye hala kimse gelmemişti. Hırsını alamamıştı. Ama dağıtacak, vuracak, kıracak başka bir şey bulamıyordu. Gözleri çılgınca etrafı aradığında yere bıraktığı cam parçası tekrar gözüne çarptı. Hiç düşünmeden cam parçasını eline aldı ve bileğine doğru götürerek derin bir kesik attı. Kestiği bileği hissizleşmeden cam parçasını o eline aldı ve hızlı bir şekilde diğer bileğine de derin bir kesik attı. İki bileğinden de oluk oluk kan akarken Joanna başının yavaş yavaş dönmesiyle gerileyerek hücrenin küflü duvarına yaslandı ve çöktü. Gözleri yavaş yavaş kapanırken son düşündüğü şey babasından nefret ettiğiydi.
Ian odasında oturup askerlerin raporlarını incelerken kapı çalındı ve "Gir." sesiyle Brandon yanında Liam ile içeri girdi. "Efendim istediğiniz gibi sınırdaki köylerimizi yakanlardan tek olarak esir aldığımız askeri getirdim." Ian eliyle masasının önündeki tekli koltuğu gösterdi. "Otur Liam. Brandon sen çıkabilirsin." Liam korkup çekinerek ilerledi ve koltuğun ucuna oturdu. Liderin neden kendisini çağırdığını bilmiyordu. Bu kadar zaman neden onu öldürmediklerini de merak ediyordu. Ama tabi bunu soracak değildi. Tek bildiği şey, bir ay önce o köylerin yakılacağını duyduğu anda vazgeçmek istediği ama ona izin vermeyip tehdit ettikleriydi. Bunu da defalarca dile getirmişti. Aynı dönmek istediğini söylediği zaman Richard'ın ailesini öldürmekle tehdit ettiğini söylediği gibi. Gözlerini yavaşça yukarı kaldırdığında içini çekerek konuştu. "Biliyorum size ve klanınıza istemeden de olsa zarar verdim. Çünkü kandırıldım. Yaptıklarımı geri alamam. Ne kadar özür de dilesem, pişman olduğumu da söylesem başa dönemeyiz. Eninde sonunda siz beni öldürmeseniz bile hücrede öleceğimi biliyorum. Tekrar özür dilerim Laird McLeod. S-sizden bir şey isteyebilir miyim?" Ian bu soru karşısında kaşlarını kaldırarak konuşmadan başıyla onayladı. "Aileme acı çekmeden hızlıca öldüğümü söyler misiniz? Savaşta birden öldüğümü? Biliyorum bu istediğim çok fazla. Fakat ben her şeyi onlar için yaptım. Beni bekleyeceklerdir. Özellikle küçük kız kardeşim. Ama ona öldüğümü söylemeyin olur mu? O çok... küçük. Minik kalbi dayanamaz. Çok özür dilerim tekrardan." Ian onun bu haline üzülmeden edemedi. Çünkü bu genç delikanlı gerçekten kandırılmıştı. Ian kumandanların raporlarından ve onun konuşmasından bunu çok net bir şekilde anlayabiliyordu. Zaten onu yanına tam da bu yüzden çağırmıştı. Ailesinin fakir olduğunu da biliyordu. Ellerini masanın üzerinde kavuşturarak boğazını temizledi. "Üzgünüm Liam, isteğini kabul etmeyeceğim." Liam'ın beklediği bu tepki karşısında omuzları çöktü. "Çok fazla şey istedim haklısınız. Ben isterseniz hücreme geri döneyim. Beni her şeye rağmen dinlediğiniz için teşekkür ederim." Ayağa kalkmaya çalıştığında Ian'ın sert sesiyle korkuyla tekrar oturdu. "Sana gidebilirsin demedim!" Liam sadece başını eğerek oturdu. Hiçbir şey söylemedi. "Ailen ve sen buraya taşınacaksınız. Benim klanıma. McAlister lideri ve ben bir karar aldık. Sınırlarımızın ötesinde kalan fakir halkı kendi istekleri doğrultusunda bize bağlılık yemini etmeleri şartıyla klanlarımıza kabul edeceğiz. Sen ve senin gibi gençler de eğitilecek. Buna kadınlar da dahil. Eğitilmeyen, öğrenmeyen, bilmeyen insan kalmayacak. Öğreneceksiniz ki bir daha böyle alçak insanların oyununa gelmeyeceksiniz." Liam liderin bu sözleri karşısında önce afalladı, sonra da gözleri ışıldadı. Her duyduğu cümleye daha da inanamaz gibiydi. McLeod lideri söylediklerinde ciddi miydi? Gerçekten fakir halkı ve köylüleri kendi klanına mı alacaktı? Hem de herkes eğitilecekti... Asla gerçekleşmeyecek bir hayal gibiydi bu. "S-siz ciddi olamazsınız. Söyledikleriniz çok inanılmaz şeyler..." Ian sabırsızca konuştu. "Eğer istemiyorsan hücrene dönebilirsin." Liam heyecanla ayağa kalkarak Ian'ın elini öpmeye çalıştı. Ian onun bu hareketi üzerine ayağa kalkarak elini daha fazla öpmesini engelledi. "Tamam dur Liam yeter. Liderin olarak sana emrediyorum, dur!" Liam son cümleyle olduğu yerde durdu. Önce doğruldu, sonra da aniden tek ayağının üzerinde çökerek eğildi. "Size namusum ve şerefim üzerine yemin ederim ki, McLeod klanı bundan sonra benim ve ailemin klanıdır. Elimizden ne gelirse yapacağız. Size ve klana hizmet ederek yaptığım bütün aptalca davranışlarımı affettireceğim. Teşekkür ederim efendim. Teşekkür ederim! İyi ki sizin gibi birine denk gelmişim. Siz böyleyken kardeşinizin böylesi bir insan olması-" Söylediği anda bu son cümlesinde duraksayarak durdu ve sonra son cümlesini söyledi. "Teşekkür ederim, sizi pişman etmeyeceğim." Ian gülümsedi. "Pişman etmediğinden emin olacağım. Hadi kalk. Kapıdaki asker seni Brandon'un yanına götürecek. O sana ne yapacağını ve ailenin, köylülerinin nasıl buraya geleceğini anlatacak. Bir kısmı da McAlister'a gidecek. Ama o bir iki hafta içinde planlanacak. Hadi beni daha fazla tutma, hazırlanmam gereken bir düğün var." Liam'ın sırtını sıvazlayarak dışarı gönderdi ve gülümseyerek yatak odalarına yöneldi.
Sabaha karşı McAlister kalesinin zindanlarında...
Victoria zamanın gerçekliğini kaybettiği hücresinde yatağına uzanmış nefes almaya çalışıyordu. Nefes almak şimdi ona dünyanın en zor eylemi gibi geliyordu. Terleyen yüzünde biriken damlacıkları elinin tersiyle sildi. Ayak bileği o kadar çok zonkluyordu ki yaşadığı acının tarifi yoktu. Bileğinin şişliği en son baktığında iki yumurta büyüklüğündeydi. Ama şimdi kendisini kaldırıp ayağına bakamıyordu. Her doğrulmayı denediğinde başı döndüğü için artık pes etmişti. Üstelik sızlayan sadece ayak bileği değildi. O gün lanet yaratık üzerine geldiğinde diğer ayağının bileğinin üstünü de ısırmıştı. Nasıl olduğunu anlamamıştı bile. "Sizi korkunç barbarlar... Bana doktor getirin..." Sesi bir fısıltıdan öteye gidemezken o ateşinin olmasının verdiği buhranla sayıklamaya devam ediyordu. Sesinin az çıktığının farkında bile değildi. "Hayır! Hayır! Seni küçük yaramaz!" Elini anlamsızca sallamaya başladı. "Elizabeth Lawrence seni öldüreceğim. Seni de o lanet aileni de öldüreceğim. Tuvalete gitmem gerekiyor, lanet olsun..." Victoria bu sefer güç bela ayaklarını yataktan sarkıtabildiğinde acıyla inledi. Dönen başını engellemek istercesine ellerini şakaklarına yerleştirerek ovaladı. Bir faydasının olmadığının bile farkında değildi. Ellerini yatağına bastırarak ayağa kalkmak için hamle yaptığında onu asla ayakta tutacak durumda olmayan ayakları bükülerek yere yuvarlanmasına sebep oldu. "Ah, lanet olsun!" Çıkan gürültüyle hızla zindanlara gelen askerler onun yere düştüğünü fark edince bir kere daha bakmaya gerek duymadan geri döndüler. Aldıkları emir bu şekildeydi. Ona ölmemesi için yemek veriyorlardı fakat kimse onunla konuşmuyordu. Onu yalnızlığı ile hücreye hapsetmişlerdi. Victoria ise gelen ve geldiği gibi giden o adım seslerini duyamayacak kadar acı doluydu. Vücudun her bir noktası aynı anda yanıyor, zonkluyor, ağrıyor ve acıyordu. Kendini ayağa kaldırmak bir yana artık etrafındaki hiçbir şeyi algılayamıyordu. Aniden vücudu sarsılmaya ve ağzından köpükler çıkmaya başladı. Sarsıntısı ve çırpınması gittikçe artan vücuduna hakim olamayan Victoria'nın gözleri bir daha açılmamak üzere kapanırken son gördüğü şey kendisine bakan bir çift kırmızı göz oldu.
Öncelikle hepinize merhaba! Tabi ki bölüm burada bitmedi. Fakat doksan küsür bölümdür beni tanımışsınızdır ki, her zaman anlatımım uzun olduğu için bazı olaylar diğer bölümlere sarkıyordu. Bu sefer de yine aynı şey oldu ve ben çook uzattım her şeyi. Bu uzatmaları sizin de seveceğinizi umuyorum. O yüzden final bölümünü iki parçaya ayırmaya karar verdim ve haftaya da bir özel bölüm yayımlayacağım. Yani bu hafta burada hikayemiz bitmeyecek. Finalin ikinci bölümünü de bugün yayımlayacağım. Fakat hala düzeltmeler yaptığım için ne zaman yayımlayacağım hakkında kesin konuşamıyorum. Şimdi finalin ilk kısmı için yorumlarınızı görmek beni çok mutlu edecek. Lütfen hiç yorum yapmayan ama beğenilerini de hiç esirgemeyen sessiz okuyucularım en azından final bölümünde düşüncelerini benden esirgemesinler. Karakterlerimize bu kadar şey yaşatan Victoria ve Joanna için neler düşünüyorsunuz? Sizce bu şekilde ölmeyi hak ettiler mi? Ayrıca Ian ve Alec sınır dışındaki köylüleri klanlarına kabul etmekle iyi mi yaptılar? Yorumlarınızı hevesle bekliyorum. Diğer bölümde görüşmek üzere!
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Hayallerin Yolculuğu ✨
Historical Fictionİngiltere'den İskoçya'ya uzanan bir hikaye.... Basit görünen bir karşılaşmadan sonra, her şeyi değiştiren yolculuk karşı konulmaz bir aşkın başlangıcı olacaktı. Üstü tozlarla örtülü olan sırlar, bu yolculukla bir bir gün yüzüne çıkacaktı. Suikastler...