Bölüm 36

468 57 13
                                    

Merhaba arkadaşlaaar! Bugün bölümü erken yükledim. Çünkü yarın internetin olmadığı bir yere gidiyorum. 😢 Ama endişeniz olmasın her cuma bölümü yüklemek için wi-fi arıyor olacağımm! 🤓 Sevgiyle kalın, haftaya görüşmek üzere! 💙🐬

Önceki bölümde...

McAlister kalesinde...

Alec McAlister ve Elizabeth Lawrence kaleden ayrılırken, arkalarından bakan kadın aniden kalenin avlusuna geri döndü ve askerlerin yemek molasında olduğuna şükrederek adamı buldu. "Bana yardım edebilir misin?" Endişeyle gülümsemeye çalıştı. "Mutfağa taşınması gereken birkaç un çuvalı vardı da." Diğer askerlerin şüphelenmesini istemiyordu. Adam, kadının tavırlarından bir şey olduğunu anlamıştı, ayağa kalktı. "Tabi yardımcı olurum." İkisi de kalenin arkasına hızlı adımlarla yürüdüler. Kadın bütün endişesini ve tedirginliğini yansıtarak konuşmaya başladı. "Onlara haber vermelisin. Hemen! Dışarı çıktılar: Leydi Elizabeth ve liderimiz dışarı çıktılar. Ormana doğru." Ellerini saçlarına götürerek sıktı. "Ben ne yapıyorum? Ne yapıyorum ben! Ama yapmak zorundayım. Ben liderimi çok seviyorum... Fakat kardeşim... Ona zarar verecekler. Söylemezsem ona zarar verecekler." Adam kadının bir histeri krizine yaklaşmakta olduğunu anlayınca hemen müdahale etti. "Tanrı aşkına sus! Birinin dikkatini çekeceksin, anlayacaklar! İşlerini hallederlerse ikimiz de kurtulacağız. Zengin olacağız!" Kadın ağlayarak başını iki yana salladı. "Anlamıyorsun, ben liderimiz Alec'i seviyorum. Kardeşim... Onu benden almasalardı ben hayatta böyle bir şey yapmazdım." Adamın sabrı taşıyordu. Endişeyle etrafına bakındı. "Bana bak, senin lanet kardeşin zerre umurumda değil. İşi halledip, buradan gideceğim! Sen de bozmasan iyi edersin, çünkü böyle salakça davranmaya devam edersen casus damgası yiyecek olan da sen olacaksın! Ben gidip haber vereceğim. Sen de kimseye bir şey belli etmeden işine dön. Şu sıralar herkesi çok fazla inceliyorlar." Kadını perişan bir halde orada bırakarak, kalenin arka kapısına doğru yöneldi.

Yola çıkalı neredeyse bir saat olacaktı ama Alec hala Elizabeth'in kıyafetine söylenip surat yapıyordu. "Sürekli kaşlarını çatman erken yaşlanmana sebep olur, biliyor musun? Bu gidişle iki yıl sonraya elli yaşındaki bir adamın kırışıklıklarına sahip olacaksın. Biraz gülümsemek seni öldürmez. Ayrıca dünle ilgili sorduğun her şeye cevap verdim. Özür de diledim. Daha başka ne istiyor olabilirsin?" Ağaçların sıklaştığı ormanda sakince atlarıyla ilerliyorlardı. Alec ters bir bakış attı. Kızın kalça kıvrımları, bacaklarını açarak ata bindiği için gergin bir şekilde belli oluyordu ve bu Alec'i çıldırtıyordu. Şu an kaleden uzak olabilirlerdi ama, kalede de bir sürü insanla bu kılıkta konuştuğu aklına gelince sakin kalamıyordu. "Lanet İngiltere'de bu pantolonları nasıl giyebiliyorsun sen? Sizin saçma kurallarınıza göre bu uygun değil, biliyorum." Elizabeth onun bu aksi tavrını asla umursamıyordu. Alec'in onu getirdiği yer o kadar güzeldi ki, hayran kalmamak elde değildi. Dün geldikleri göl kenarından bile daha güzeldi. Gölü geçeli çok olmuştu ve Elizabeth daha güzel bir yer olacağını düşünemezken etraftaki ağaçların her tondaki yeşilliği, dallarındaki sincapların önlerinde sürekli koşuşturması, kuşların şarkı söyler gibi cıvıldamaları onu yalancı çıkarmıştı. "Dediğin gibi Alec: Saçma kurallar... Ve onların hiçbiri benim keyfimi kaçıramaz. Sen bile." Alec son çare olarak babasından bahsetmeye karar verdi. "Eminim James böyle giyindiğini bilmiyordur. Yoksa sana hayatta izin vermezdi." Elizabeth başını ona çevirip tatlı tatlı gülümseyince Alec'in siniri de bir süreliğine buhar olup gitti. "Ah canım babam! O bizi asla kısıtlamaz Alec. Sadece bulunduğumuz yere göre makul kararlar vermemizi ister ve bize güvendiğini söyler. Onları çok özledim, aylar oldu... Sanırım Jenny doğum yaptıktan bir ya da iki ay sonra eve dönerim. Zeus'u da çok özledim." Sonra başını eğerek Daisy'nin yelelerini okşayıp öptü. "Sen de çok güzel bir atsın güzel kızım, aynı benim Zeus'um gibi..." Alec'den ses duymayınca yüzünü ona çevirdi. Alec ise duyduklarını sindirmekte zorlanıyordu. İngiltere'ye dönmek de nereden çıkmıştı Tanrı aşkına? "Alec? Alec!" Alec düşüncelerinden sıyrılamadan başını kıza çevirdi. "İngiltere'ye dönmek mi istiyorsun?" Elizabeth başına çarpmak üzere olan bir daldan eğilerek kurtulduktan sonra tekrar adama döndü. "Tabi ki İngiltere'ye döneceğim. Ailem orada Alec ve onları özlüyorum." "Jennifer burada ama?" Elizabeth buruk bir şekilde gülümsedi. "Evet ablam burada ama, onun ailesi de burada. Ian var ve şimdi de güzel bebeği doğacak. Benim öyle bir durumum yok... Ablamı da çok özlüyorum tabi ama dediğim gibi artık onun kendi ailesi var ve burada çok mutlu." "Sen burada mutlu değil misin?" Alec'in ses tonunda öyle bir burukluk vardı ki Elizabeth bakışlarını yoldan çekip Alec'e baktı. Cevap vermeden önce atından indi ve yorulan Daisy'yi küçük bir dere kenarında su içmesi için serbest bıraktı. Sonra Alec de aynısını yaptı. Bir ağacın gölgesindeki çimlere oturarak Alec'i de yanına çağırdı. Alec de kızın yanına oturup cevap beklercesine gözlerinin içine baktı. "Burada mutluyum. Sophie dünyalar tatlısı bir genç kız. Askerlerinin hepsi bana karşı çok kibar ve ilgililer, aynı şekilde çalışanların da..." Gözlerini Alec'den kaçırarak atlara baktı. "Seni çok seviyorum fakat aşamadığım bir sürü duvarların var Alec. İnan çok çabaladım ama oraya geçmeme izin vermiyorsun." Tekrar gözlerinin içine baktı. "Biliyorum sen de beni sevdiğini söyledin ama, artık o zaman yaşadığım olaydan dolayı benimle bu şekilde konuştuğunu düşünmeye başlıyorum." Alec itiraz etmek istercesine ağzını açınca onu durdurdu. "Ben konuşmamı bitireyim, sonra seni dinleyeceğim." Elini boynundaki minik su damlası kolyeye götürdü. "Ne kadar çok öğrenmek istediğimi bildiğin halde bana hiç anlatmadın. Gerçi bilmesem bile takmaktan gurur duyuyorum. Herkes anneni çok severmiş ve çok iyi bir insanmış. Her neyse... Anlatman için çok bekledim. Ama sanırım duygularını bana açmanı sağlayacak kadar kalbine giremedim." "Tanrı aşkına Elizabeth, bunları kafanda kurmak için gerçekten bu kadar çok düşündün mü?" Elizabeth onu duymamış gibi konuşmasına devam etti. "Dün, Sophie bana anlattığını düşünerek yaşadığınız güven probleminden bahsetti. Ben sebebini sorunca da senin bana anlatmadığına şaşırdı ve senin anlatmanın daha doğru olacağını söyledi." Gözlerinden süzülmek için hazırlanan gözyaşlarını burnunu çekerek savuşturmaya çalıştı. "Anlatacak mısın?" Alec çok hazırlıksız yakalanmıştı ve şu anda annesi ve babasının trajik ölümlerinden bahsetmek istemiyordu. Konuşmak istemiyordu ve oradan uzaklaşmak istiyordu. Bu şekilde sorularla sıkıştırılacağını bilseydi buraya gelmeyi istemezdi bile. Elizabeth'in asla istemediği, ama beklediği şey olmuştu. Alec'in sessizliği yeterince anlaşılır bir cevaptı. Ona güvenmiyordu. Belki de gerçekten seviyordu ama güvenecek, içini açacak kadar sevemiyordu... Elizabeth de böyle güvensiz, yıpratıcı kısır bir döngünün içinde yer almak istemiyordu. Gülümsemeye çalıştı. "Tahmin etmiştim. Öyle bakmana gerek yok Alec, seni zorlayacak değilim. Ama tam da bu sebepten dolayı İngiltere'ye geri döneceğim. Burası benim köklerimi salacağım ormanım değilmiş demek ki..." Alec yaşadıkları ana inanamayarak kıza bakıyordu. "Bu da ne demek! Sırf sana anlatmadım diye beni bırakıp gidecek misin?" Elizabeth at kuyruğu yaptığı saçının arkasına ellerini götürerek kolyeyi yavaşça çıkardı. "Hayır, bu sadece bana anlatmamandan da büyük bir sebep." Minik su damlası elinde parıldıyordu. Alec'in yumruk yaptığı elini açarak kolyeyi içine bıraktı ve sonra yeniden kapattı. Gözyaşlarına artık söz geçiremiyordu. Yavaş yavaş gözlerinden süzülüyorlardı. Alec de donakalmıştı, tepki veremiyordu. "Bu kolyeyi güvenini ve sevgini tam anlamıyla hak etmiş, kalbine girmeyi başarmış birine verirsin sevgilim." Buruk bir şekilde üzüntüyle içini çekti. "Çok açık bir şekilde belli ki, o kadın ben değilmişim." Alec kolyeyi tuttuğu elini sıkarak hiddetle ayağa kalktı. "Ne saçmaladığının farkında mısın sen!" Elizabeth onun yüksek ses tonu yüzünden yerinden zıpladı. "Sana annem ve babamın nasıl öldürüldüğünü anlatmadığım için mi beni bırakıp gideceksin!" Elizabeth korkarak ayağa kalktı. "B-ben bilmiyordum. Öldürüldüklerini bilmiyordum... Alec özür dilerim, seni üzmek istememi-" Alec bu konuda çok hassas olduğu için öfkesine hakim olamıyordu. Kızın üzerine yürüdü. "Sus, lanet olsun sus! Madem sırf bu yüzden İngiltere'ye dönmek istiyorsun, seni engellemeyeceğim. İstediğin zaman buradan ayrılabilirsin!" Kolyeyi atının üzerine attığı pelerininin cebine koyarak atına bindi. Sonra arkasına bakmadan gerisin geri kaleye sürdü. Elizabeth ise yaşadıklarının şokuyla titreyerek arkasındaki ağaca yaslandı. Böyle olmamalıydı... Bu şekilde gitmemeliydi, gidemezdi. "Alec! Alec gitme, beni bırakma!" Ne kadar bağırsa da tek duyduğu şey uzaklaşan atın nalları ve kendi sesinin ormanda yankılanmasıydı. Ağlayarak yere çöktü. Böyle olsun istememişti. "Alec dur, lütfen dur! Seni seviyorum..." Ağlaması sesini boğuklaştırdı ve o da geri dönmeyecek bir insana seslenmekten vazgeçti. O halde ne kadar ağladı bilmiyordu ama esen rüzgarla gelen kara bulutlar artık gitmesi gerektiğini söylüyordu. Elinin tersiyle gözyaşlarını silerek içini çekti. Daisy ise kötü bir şeyler olduğunu anlamışçasına yanına gelmiş burnunu Elizabeth'in eline götürüyordu. Titreyen elleriyle atın burnunu okşadı. Kendini ayağa kalkmaya zorladı. "Hayallerin yolculuğu buraya kadarmış." Eyerden destek alıp ata binmek için ellerini havaya kaldırdı. "Bir yere mi gidiyordunuz Leydi Elizabeth?" Sıçrayarak arkasını döndü. İki tane atlı adam korkutucu bir şekilde kendisine bakıyordu. Sakin olmaya çalışarak etrafında başka biri var mı diye kontrol etti. "Evet, ben gidiyordum." Hızla ata bindi ve sürmeye çalıştı. Ama iki adam arkası ve önüne geçerek onu sıkıştırdı. "O kadar çabuk değil... Biraz sohbet edelim, değil mi?" Adamlar pis pis gülüyorlardı. "Şimdi, işimizi zorlaştırmadan bizimle gelin. Yoksa canınızı acıtmaktan çekinmeyiz." Elizabeth içinde gittikçe büyüyen bir endişeyle etrafına bakındı. Sonra atını hızla ileri sürerek kaçmaya çalıştı. Adamlar kaçmaya çalışmayacağını düşünerek boş bulunmuşlardı ama şimdi peşindeydiler. Çok gidemeden Daisy acıyla yere çöktü. Elizabeth de yere yuvarlandı. Yere sürtünmesiyle kanayan ellerini acıyla üstüne sildi. Ah yüce Tanrı, zavallı hayvanı karnından küçük bir okla vurmuşlardı. Elizabeth atın başında ne olduğunu anlayamadan adamlar tepesine dikildi. "Eğer bir daha kaçmaya çalışırsan, seni de vurmaktan çekinmeyiz." Elizabeth atın yanında hıçkırarak ağlıyordu. "Ne yaptınız ona? Ne suçu vardı pis herifler! Ne istiyorsunuz benden?" Adamlar onu perişanlığına gülerek dalga geçtiler. "Çok konuşan kadınlardan hoşlanmıyoruz. Jacob, sen kızı al, Alec gelmeden hemen gitmemiz lazım." Jacob güldü. "Onu burada bırakan da Alec. Geleceğini sanmıyorum." Diğer adam sinirlendi. "Alec McAlister'ın nasıl biri olduğunu sadece duydun. Görmek istemiyorsan hemen buradan gitmemiz gerek. Saçmalamayı kes!" İkisinin tartışmasından yararlanıp kaçmak isteyen Elizabeth aradan sıyrılıp koşmaya başladı. "Özür dilerim Daisy. Söz veriyorum, senin için geri döneceğim..." Kendi kendine koşarak ne kadar gitti bilmiyordu. Ama son hissettiği şey kafasına aldığı korkunç derecede acı veren bir darbeydi. Sonrası ise karanlık bir boşluktu.

Alec o kontrol edilemez öfkesiyle ne kadar gitti bilmiyordu ama sakinleştiğinde ve siniri yerini mantıklı düşünmeye bıraktığında kendine ettiği küfürlerin haddi hesabı yoktu. Atını hızla geri döndürüp ormanın derinlerine döndüğünde nasıl böyle bir aptallık yapıp saman alevi sinirine yenik düştüğünü sorgulayıp duruyordu. Sadece Elizabeth'in onu terk etme düşüncesi sinirini tepesine attırmıştı. Sırf geçmişteki o korkunç zamanları ona anlatmadığı için böyle şeyler düşünmesi çok saçmaydı. Yaşadıkları şey bu kadar basit değildi. Basit olamazdı. Yanına gittiğinde sakin kalıp, anlatması için zaman vermesini isteyecekti. Bu yüzden Elizabeth'i kaybetmeye dayanamazdı. Şimdi kendisine tavır yapacaktı, biliyordu. Kalbini kırmıştı, onu da biliyordu. Ama telafi de edebilirdi. Bu konuyu bilmemesi de Elizabeth'in suçu değildi, o sadece masumca öğrenmek istemişti. Vicdanı, bulundukları yere yaklaştıkça Alec'i daha fazla suçlu çıkarıyordu. Alec de daha fazla vicdanıyla baş başa kalmamak için atını daha hızlı gitmesi için yönlendirdi. Son dönemece gelip, küçük dereye ulaşınca gördüklerine onu hiçbir şey hazırlayamazdı. Dünyası başına yıkıldı. Kalbi paramparça oldu. Bütün vücudunun kontrolünü kaybettiğini hissetti. Geçmiş kendini tekrar ediyordu.


"Sonunda minik kuş kafesimizde!" Adam zaferine bakıp en içten kahkahasını attı. Karşısında elleri, ayakları ve gözleri bağlanmış bir şekilde duran Alec'in kadını Elizabeth Lawrence'dan başkası değildi. Aylar süren çabasının sonunda en büyük görevi tamamlamıştı. Şimdi bu güzel kuşu efendisine sunmak ve yeni emirleri almak için sabırsızlanıyordu. Tam o sırada kız baygın bir şekilde oturduğu sandalyede hafifçe kıpırdamaya başladı. Elini başına götürmek istercesine havaya kaldırdı önce ama yapamayınca nasıl bir durum içinde olduğunu yavaş yavaş idrak etti. Sonrasında ise debelenmeye başladı. "Bırakın beni! Ne istiyorsunuz? Ben İskoç bile değilim!" Ayaklarını hareket ettirmek için uğraştığında ise sandalyeden düşerek kendini yerde buldu. "Boşuna uğraşma, buradan ben istemediğim sürece çıkamayacaksın." Elizabeth göremediği gözlerini sesin geldiği tarafa çevirdi. "Alec sana istediğin şey neyse verecektir. Beni bırak lütfen! Sana zarar vermesine izin vermem. Hiçbir şey için geç değil!" Başının zonklamasını geri plana atmış, mantığının son kırıntısıyla onu hapseden insanı ikna etmeye ve bu cehennemden çıkmaya çalışıyordu. "Üzgünüm güzelim... Alec seni bırakıp gitti, bunu ben de duydum. Senin için bir şey yapmayacağını ikimiz de biliyoruz." Tutsağının umudunu kırmak her zaman işini kolaylaştırmıştı. O da öyle yaptı. Elizabeth'in vücudu acıyla kasıldı ve Alec'le yaşadığı son anı hatırladı. "Şimdi ikimizin iyiliği için de senin susman en iyisi olacak." Kızın ağzına bir bez parçası tıkadı, düştüğü yerden kaldırmaya bile zahmet etmedi. Şimdi tek yapması gereken liderinin gelmesini beklemekti. Kulakları Elizabeth'in acıyla çığlık atıp, konuşmaya çalışan sesini duymuyordu bile...

Hayallerin Yolculuğu ✨Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin