Günaydııın! 🦋 Yeni bölümümüzle karşınızdayım! Bakalım bu küçük sığınakta nelere şahit olacağız? Alec, Elizabeth'i bulabilecek mi? Elizabeth ne görmüş olabilir? Bütün bunları öğrenmek (belki de hepsini şimdi öğrenememek) için bölümümüz sizi bekliyoor. 😨 Bana önerilerinizi, fikirlerinizi yorum olarak da, özel olarak da yazabilirsiniz. Düşüncelerinizin hepsine açığım! 😌 Keyifli okumalaaar! 🌸
Önceki bölümde...
Jacob serbest kalan elini ağlayarak kendine bastırdığında vücudu hala sarsılıyordu. "Emri veren o-oydu efendim! O! Elizabeth'i-" "Sakın onun ismini o pis ağzına almaya kalkma!" Korkudan ve acıdan sinen adam kendinden geçmiş ne söylediğini bilmiyordu. "Ben leydiye b-bilerek dokunmadım. Zaten Jack bana çok kızdı ve ben pişman oldum." Yanında ona hayal kırıklığıyla bakan adam kafasını iki yana sallayarak ona susmasını işaret ettiğinde Crispin kılıcının kabzasıyla onun kafasına vurup yere devrilmesine sebep oldu. "Liderimiz konuşurken susacaksın!" O sırada oda buz kesmiş Jacob'ın söylediklerini hazmetmeye çalışıyordu. Herkes 'leydiye dokunmak' kısmında takılı kalmış, öfkeyle Alec'in tepkisini bekliyordu. Alec ise siniri, duyguları yıpranmış ve doruk noktasına ulaşmış bir şekilde, duyduklarına daha fazla dayanamayarak kılıcı adamın ağzından içeri soktu ve bağırarak çıkardı. Herkes ani gelen bir şokla odanın zeminine kan dolarken Jacob'ın ağzından kan çıkararak ve vücudunun sarsılarak yere yığılmasını izledi. Flora ağzını eliyle kapatarak hızla kulübeden dışarı çıktı.
Tutuldukları kulübeden uzaklaştıkça, birbirine vuran kılıç sesleri de uzaklaşmış ve zamanla yok olmuştu. Ama bu sırada güneş kendini iyice göstermiş, saklanmak için hiçbir yer bırakmamıştı. Elizabeth kucağındaki çocukla, dereyi biraz geçmiş, ormanın daha önce varlığını bilmediği bir yerine gelmişti. Ormanın bu kısmında sarmaşıklar sanki bir şeyi saklamak için her yeri çevrelemiş ve kendi varlığını bütün ormana ilan etmiş gibiydi. Buradaki yapraklar çok daha parlak, çiçekler çok daha renkli ve ormanın kokusu bile çok başkaydı. Hayal mi görüyordu bilmiyordu ama orman sanki Alec'in kokusunu ona hatırlatır gibi burnunu açıyordu. Tam tepesinden bir kuş hızla geçtiğinde başını yukarı kaldırdı. Gagası renkli, ayakları perdeli olan bu kuş, bulundukları yerden biraz uzağa, boyu kısa bir ağacın dalına kondu ve Elizabeth onunla göz göze geldiğinde sanki bir şeyler anlatmak istercesine baktı, sonra da sarmaşıkların içine girerek uzaklaştı. Elizabeth bulundukları durumu unutup neden bu şekilde hareket ettiğini bilmiyordu ama o an ilerlemesi gerektiğini hissetti ve renkli gagalı kuşu takip etmeye karar verdi. Kısa ağacın yanına geldiğinde, çocuğu taşımaktan ağrıyan kollarının yerini değiştirdi. Tek eliyle çocuğu kavrayarak diğer eliyle de sarmaşıkları itti ve ilerledi. Gördüğü manzara karşısında nutku tutuldu. Renkli gagalı kuşlar her yerdeydi. Uzun, kısa, tombul ve ince ağaçların dallarında büyük ve küçük bir sürü renkli gagalı kuşlardan vardı. Sarmaşıklar kuşların bu geniş yuvasını korumak istercesine geniş bir alanda etrafı çevrelemiş ve onları bütün ormandan soyutlamıştı sanki. Gözlerini bu geniş kuş yuvasında gezdirdiğinde büyük ve ihtişamlı bir ağacın altında bir merdiven gözüne çarptı. Oraya doğru ilerledi ve eski merdiveni daha net fark etti. Merdiven ağacın gövdesinin renginde olduğundan fark etmesi güç olmuştu. "Jerry, şimdi seni aşağı indireceğim. Sen burada otur, ben yukarı bakıp hemen geleceğim." Çocuk başını sallayarak Elizabeth'in kucağından indi ve büyük ağacın altına oturdu. Elizabeth uyuşan kollarını açmak istercesine ellerini sallayarak hareket ettirdi. Sonra gücünü toplayarak merdivenlerden çıktı ve ilerledi. Belli bir süre çıktıktan sonra ahşap bir kapıyla karşılaştı. Arka cebindeki küçük kamayı tek eline aldı ve kapının eski tokmağını iterek açmaya çalıştı. Uzun süredir açılmamış olan eski kapıyı biraz daha gücünü kullanarak ittirdi ve kapının açılmasıyla içeri düştü. "Ahhh!" Ağzından bir inilti çıktığında aşağıda oturan Jerry de endişeyle ayağa kalkıp yukarı doğru baktı. "Elizabeth! İyi misin?" Elizabeth orta büyüklükte bir kulübenin içine düştüğünü fark ettiğinde yuttuğu tozdan dolayı öksürüyordu. Ayağa kalkıp eliyle üstünü silkelediğinde Jerry'nin sesini duydu. Kapıya yaklaşarak seslendi. "Jerry! Ben iyiyim. Birazdan seni almaya geleceğim, oradan ayrılma!" "Tamam, bekliyorum!" Elizabeth önce camları açarak içeri hava girmesini sağladı. Camları açtığında sarmaşıklar da iki yana ayrılarak içeri ışık girmesini sağladı. Gözleri kulübenin karanlığından ışığa alıştığında etrafa göz gezdirdi. Odanın köşesinde orta büyüklükte üzeri mavi bir örtüyle örtülmüş yatak vardı. Yanında da çekmeceli bir komodin vardı. Kulübenin giriş yerinde ise solda minik bir mutfak tezgahı ve dolabı vardı. Dolabı açtığında içinde tozlu birkaç tabak, çatal, kaşık, bıçak, tencere gibi mutfak aletleriyle yakılmak için odun parçaları vardı. Ellerini üstüne silerek tozu temizledi. İlerleyerek devam ettiğinde bir kapı daha gördü. Küçük bir odaya açılan kapıyı ittiğinde orasının da tuvalet olduğunu gördü. Orası da kulübenin diğer yerleri gibi çok tozluydu. Her şeyi halledebilirdi. Ellerini sevinçle birbirlerine vurdu. Tam olarak aradığı yer burasıydı. Burada toparlanabilir, iyileşebilir ve izini kaybettirebilirdi. Mutfak dolabını açarak büyük tencereyi aldı. Heyecanla merdivenlere yöneldi ve Jerry'nin yanına indi. Çocuğun başını ellerinin arasına alarak eğildi. "Saklanmamız için çok güzel bir yer buldum. Ama önce bu tencereye su doldurup yukarıyı ve kendimizi temizlememiz gerekiyor. Şimdi, sen kendin yukarı çıkabilir misin?" Jerry gururla gülümsedi. "Ben elma ağacından her zaman en yüksekteki ve en güzel elmayı alan çocuğum." Elizabeth gülümseyerek onun başını okşadı. "O zaman şimdi sen yukarı çıkıyorsun, ağaçta en yüksekten elma toplayan beyefendi. Ben de aşağıdaki dereden biraz su alıp geleceğim. Anlaştık mı?" Çocuğun kaşları endişeyle çatıldı. "Ben de seninle gelmeliyim. Hem seni koruyabilirim." Çocuğun o minik kalbiyle kendisini korumak isteme düşüncesi bile Elizabeth'i yumuşatıyordu. "Kim yukarıda boş boş oturacağını söyledi beyefendi? Ben gelene kadar sen de yatak örtülerini havalandırıp, etrafı toplayacaksın." Jerry bir görevi olmasının mutluluğuyla başını onaylarcasına salladı. "Anlaştık!" Merdivenleri ayağının izin verdiği ölçüde çıkmaya başladı. Biraz çıktıktan sonra durakladı ve arkasına döndü. "Bir şey olursa bana seslen, olur mu? Seni kurtarmaya gelirim." Elizabeth neşeyle güldü. "Tabi ki sana sesleneceğim!" Sonra arkasını dönerek gizli sığınaklarından çıkmak için sarmaşıklara yöneldi. Jerry de yukarı kulübeye tırmandı. Sarmaşıkları temkinli bir şekilde aralayıp ormanın tehlikeli kısmına göz atan Elizabeth, elindeki büyük tencereyi sıkıca tuttu. Gidip su alması gerektiğinin farkındaydı. Öncelikle Jerry ve kendisinin yaralarını temizlemesi gerekiyordu. Eğer yaraları mikrop kaparsa her şey daha kötü olacaktı. Tabi tekrar yakalanmaktansa yaralarının mikrop kapmasını tercih ederdi. Ürkek adımlarla sarmaşıktan dışarı çıktı ve dereye giden yolu ağaçların arasından ilerleyerek adımladı. Ormandaki tek ses rüzgarın yaprakları hışırdatmasıydı. En ufak kıpırtıya sıçrayarak sonunda dereye ulaştığında çok ses çıkarmamaya çalışarak tencereyi suya batırdı. Bileği suya battığında kolundaki pıhtılaşan yarasını yakınca istemsizce elini çekti ve tencere yavaşça suya gömülmeye başladı. "Ah lanet olsun!" Acısını hiçe sayarak elini tekrar suya daldırdı ve tencereyi yakaladı. İki eliyle tüm gücünü kullanarak tencereyi kaldırdı. Saatlerce bağlı olan bilekleri hassaslaşmış ve bu kadar ağır bir şeyi taşımayı reddediyordu. Kendini zorlayarak yine aynı sessizlikte sarmaşıklara doğru ilerlemeye koyuldu. Ormanda yankılanan o korkunç çığlığı duyduğunda bir elini sarmaşıklara atmak üzereydi. Panikle etrafına bakındığında az daha tencereyi düşürecekti ama, son bir manevrayla az bir miktarda su dökerek dengeyi sağladı. Çığlık hala kulağında yankılanıyordu ve kalbi neredeyse ağzında atıyordu. Sakinleşmeye çalışarak etrafta kimsenin olmadığını kendine hatırlatıyordu. Biraz daha hızlı bir şekilde yürüyerek sarmaşıkların arasından geçti. Geçmesiyle de yerinde donakalması bir oldu. Kendisine bakan şeyle göz göze geldiğinde elleri titremeye ve kalbi eskisinden daha da hızlı atmaya başladı. Bu sefer kurtulma şansı yoktu.
Kulübenin zemini gittikçe vişne çürüğü renginde kanla kaplanırken, isminin Jack olduğunu öğrendikleri adam kandan ve bir saat önce konuştuğu görev arkadaşından uzaklaşmaya çalışıyordu. Dylan arkasına geçerek onun daha fazla gerilemesini önledi. Jack de daha fazla dayanamayarak bütün yediklerini ağzından çıkardı. Dylan tiksinerek ondan uzaklaşırken vuruşun darbesiyle bayılan Peter yavaş yavaş kendine geliyordu. Alec ise ellerini yüzüne kapatmış, çaresizce içinde bulunduğu durumun sorumlusunun tamamen kendisi olmasının vicdan azabını taşımaya çalışıyordu. Ian, Alec'in son noktasına yaklaşmakta olduğunun farkında olduğu için kendisi müdahale etmeye karar verdi. Kendini toplamaya çalışan Jack'e dönerek ayağıyla onu dürttü. "Eğer sorduğumuz sorulara cevap vermezsen senin sonun arkadaşından çok daha kötü olacak!" Kulübe kan ve kusmuk kokusuyla dolmuş ve içeride durmak gittikçe zorlaşmaya başlamıştı. Ama kimsenin pes etmeye niyeti yoktu. Leydi Elizabeth'i bulacaklardı. "Elizabeth ve çocuk nerede?" Jack arkadaşının başına gelenleri gördükten sonra Campbelllar asla umurunda değildi. Ama kızın çocukla birlikte burada bağlı olması gerekiyordu. Bu soruya verecek cevabı yoktu. "Buradalardı, yemin ediyorum. Bir saat önceye kadar ikisi de buradaydı. B-ben nasıl gittiler anlamadım. Çok sıkı bağlamıştık." Alec hırsla dönüp adamın suratına bir yumruk indirdi. "Bir de çok sıkı bağlamıştık diyor! Size emir veren kim! Bana hemen kimin altında çalıştığını söyleyeceksin! Yoksa senin sonun arkadaşınınkinden daha kötü olacak!" Yumruğun etkisiyle sarsılan adam kendini toplayarak tekrar oturdu. Burnundan akan kanı elinin tersiyle sildi. "Ca-" Peter deli gibi öksürmeye başladığında Jack'in sözü bölündü ve birden herkes ona döndü. Kendine gelmiş, üzerine bulaşan ve oturduğu her yerde olan kanı görünce neye uğradığını şaşırmış, etrafına bakınıyordu. Ayaklarını geri doğru iterek ayağa kalkmaya ve kandan uzaklaşmaya çalıştı. "Olduğun yerde kal! Tek ses çıkardığını duymayayım yoksa çok kötü olur!" Lancelot ayağa kalkmaya çalışan adamı sertçe omuzundan bastırarak yerine oturttu. Hepsi tekrar Jack'e döndü. "Ben... Beni zorladılar..." Ian acımasızca kahkaha attı. "Kendini boşa yorma. Şimdi hemen söyle!" Jack taktik değiştirmeye çalışarak biraz kendini toparlamaya çalıştı. "Bana, size söylersem, buradan çıkmama izin vereceğinize dair söz vereceksiniz. Yoksa ağzımdan tek kelime alamazsınız, ben de Elizabeth'in nerede olduğunu size söylemem!" Alec sinirle kahkaha attı ve adamın yakasına yapıştı. Yüzleri birbirine çok yakındı. "Beni çok iyi dinle; senin duyduğun son ses benim sesim olacak. Buradan sağ çıkma ihtimalin yok! Eğer acısız bir ölüm istiyorsan her şeyi söyleyeceksin. Ama eğer benimle bu şekilde konuşmaya devam edersen..." Kılıcını adamın karnına bastırdı ve kan gömleğini ıslattı. Adamın inlemesi ve çırpınması umurunda değildi. Kılıcını geri çekerek adamın gözlerinin içine baktı. "Elizabeth'in ismini ağzına almayacaksın." Kılıcı aniden tekrar batırdı ve döndürdü. Acıyla bağıran adam elini karnına götürdü. Alec sonra kılıcını da alarak ayağa kalktı. "Konuş!" Eliyle karnına bastırarak akan kanı durdurmaya çalışan Jack'in yüzü boncuk boncuk terlemiş, acıyla kıvranıyordu. "Alec sakin ol, ölürse bir şey öğrenemeyeceğiz!" Ian'ın uyaran sesi Alec'i durdurmaya yetmemişti. Öfkesinin korkunç soğukluğuyla adama küçümseyerek bakıyordu. Jack ise bir eliyle karnına bastırıyor, diğer eliyle de ağzından akan kanı durdurmaya çalışıyordu. Her koşulda öleceğini kabullenmişti. "Canın cehenneme Alec McAlister! Efendim sizin soyunuzu kurutacak!" Kan bulanmış dişleriyle sırıtıyordu. Duydukları karşısında hiddetini daha fazla engellemeyen Alec kılıcını kaldırarak adamın kafasını vücudundan ayırdı. Jack'ın bedeninden ayrılan başı yuvarlanarak Peter'ın ayağına çarpıp durdu. Peter histerik bir tavırla kendini geri itmeye, kopmuş kafadan uzaklaşmaya çalıştı ama arkasında duran Lancelot'a çarparak durmak zorunda kaldı. Askerlerin hepsi olanları soğukkanlılıkla karşılamış Alec'in emrini bekliyorlardı. Ian da, Alec'in geçmişini bildiği için, yaşadığı duruma saygı duyup sesini çıkarmıyordu. Üstüne kan sıçrayan Alec alnındaki teri silerek adamın sarsılan vücuduna tükürdü. Gözlerinde parlayan öfkeyle Ian'a döndü. "Onu konuştur Ian. Sonra öldür. Nasıl ölmek istediğine kendisi karar versin. Ben Elizabeth'i aramaya gideceğim."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Hayallerin Yolculuğu ✨
Historical Fictionİngiltere'den İskoçya'ya uzanan bir hikaye.... Basit görünen bir karşılaşmadan sonra, her şeyi değiştiren yolculuk karşı konulmaz bir aşkın başlangıcı olacaktı. Üstü tozlarla örtülü olan sırlar, bu yolculukla bir bir gün yüzüne çıkacaktı. Suikastler...