Elizabeth Lawrence o gün çok mutluydu. Ta ki o sevimsiz karşılaşmaya dek.
Elizabeth o sabah yatağından kalktığında, o gün giyeceği elbisesini ayarlayan tatlı, orta yaşlı yardımcısı Lily'ye gülümsedi. Hemen yataktan fırlayıp, yüzünü yıkamak için banyoya gitti. Lily ise Elizabeth'in arkasından gülümseyerek işine devam etti. O her zaman böyleydi zaten. Bir Kont kızı olmasına rağmen yardımcılarına aşağılayarak bakmazdı. Aksine onlarla arkadaş olmaya çalışırdı. Enerjik, sevecen ve çok güzeldi. Lily bunları düşünürken Elizabeth banyodan çıktı ve elbiselerini yardımcısından alarak Lily'ye içini aydınlatan bir gülümsemeyle "Günaydın" dedi. Lily de ona gülümseyerek karşılık verdi. Elizabeth hızlıca geceliğini çıkartıp Lily'nin yardımıyla elbisesini üzerine geçirdi. Makyaj masasının önüne oturdu ve Lily, Elizabeth'in uzun ipek gibi olan sarı saçlarını taramaya ve düzeltmeye başladı. Lily'nin işi bitince Elizabeth ona teşekkür edip aşağı yemek odasına gitti. Annesi Gillian ve babası James çoktan masada yerlerini almıştılar. Elizabeth anne ve babasının yanağına birer öpücük kondurup kahvaltı masasında yerine oturdu. Kahvaltısını çabucak edip anne ve babasına bugünün at sürme günü olduğunu hatırlatarak odadan çıktı. Ahıra giderek çok sevdiği beyaz atı Zeus'u seyisten alarak oradan çıktı. Genelde kimselerin uğramadığı, atını rahat bir şekilde sürebildiği açık alana gitti. Orada bacaklarını iki yana atarak sürebiliyordu. Normalde bir leydinin bacaklarını iki yana atarak at sürmesi görgü kurallarınca hoş görülmezdi. Ama bu şehirden uzak açık alanda Elizabeth'i kim görebilirdi ki?
Elizabeth atına binerek açık alanda atını dört nala sürdü. Yüzünde rüzgarı hissetmeyi çok seviyordu. Rüzgarın saçını dalgalandırışını seviyordu. Elizabeth aslında rüzgarı çok seviyordu.
İskoçya'nın neredeyse en büyük klanına sahip olan Alec McAlister, yalnız kalmayı istediği açık alana yaklaştığında şaşırarak atını durdurdu. Orada, Alec'in hiç sevmediği şu ülkede, yalnız olacağını düşündüğü açık alanda, bir kadın at sürüyordu. Alec bu beyaz at üstündeki kadını görebilmek için açık alana biraz daha yaklaştı. İşte şimdi çok rahat görebiliyordu. Beyaz atın üstünde bacaklarını açarak oturmuştu bu genç kadın. Evet, oldukça gençti ve ... güzeldi. Altın sarısı saçları rüzgarda savruluyordu. Giydiği mavi elbisesi ile harika görünüyordu. Tanrı aşkına ne işi vardı burada? Sırf şu korkunç derecede tiksindiği insanlardan uzaklaşmak için buraya gelmişti. Atını açık alana doğru sürüp kadının onu fark etmesini bekledi.
Elizabeth aniden bu genç adamı görünce ona çarpmadan, aşırı derecede şaşkın bir şekilde atı Zeus'u durdurdu. Gözlerini kırpıştırarak bu genç beyefendiyi tanımaya çalıştı. Ama hayatında böyle yakışıklı birini gördüğünü hatırlamıyordu. Saçları simsiyah, gözleri ise masmaviydi. Ayrıca geniş omuzlarına bakılırsa oldukça kaslı gözüküyordu. Ama giyinişi oldukça... Pejmürdeydi. Göğsünü açıkta bırakan bol bir gömlek, bacaklarını sımsıkı saran bir pantolon ve kabaca duran çizmeleri vardı. Hiçbir İngiliz beyefendisi bu şekilde giyinmezdi. Bu ayrıntılı incelemeden sonra kendinden utanarak az daha bu genç adama çarpacağını hatırlayınca özür dilemekte karar kıldı. Atından yavaşça indi.
"Affedersiniz, sizi görmemiştim." dedi utangaçça. Alec içten içe onun bu haline güldü. Kendisi onun yolunu kesmişti çünkü. Eğlenmeye başlamıştı. O da kibar rolü oynamaya karar verdi. Atından inerek "Ben sizin yolunuzu kesmiştim sanki. Ama özrünüzü kabul ediyorum." dedi. Elizabeth sinirle ona baktı. Ne garip, kaba bir adamdı. "Ben artık gitmeliyim, iyi günler." Sinirle bu cümleleri söyledikten sonra saçlarını savurarak atına doğru ilerledi. Alec onun gitmesini istemediğine karar verdi. Kız güzeldi ve Alec şu lanet ülkede uzun zamandır bu kadar keyifli hissetmemişti. "Hayır hayır gitmeyin, benim yüzümden ayrılmanıza gerek yok. Piknik sepeti bile hazırlamışsınız." Şimdi onu davet etmek zorundaydı. Onu köşeye sıkıştırmak Alec'e zevk veriyordu. Ama kız onun beklediğini yapmadı. "Evet, biraz müsaade ederseniz, yemeğimi yiyeceğim." Suratı bozuldu ve kibar rolü oynamayı bırakıp, onu biraz korkutmaya karar verdi. "Benimle yemeğinizi paylaşmamanız ne kadar da kötü ve kaba bir davranış. Bu açık alanda siz yalnız başınıza ve herkesten uzakta, tehlikeye bu kadar açıkken hem de." Elizabeth sinirle ve hafiften bir endişeyle kendini dikleştirdi. "Ben buraya her zaman gelirim. Tehlikeli bir yer değil. İhtiyacı olan bir insanla -baştan aşağı Alec'i süzerek- paylaşmayacak değilim." Sözlerinden güç alarak endişesini savuşturdu. Alec şaşırdı ve sinirlendi. Resmen ona kafa tutuyordu. Normal bir kadın onun bu tehditvari konuşmasından korkardı, biliyordu çünkü. Daha farklı konuşmaya karar verdi. "Ülkenizdeki diğer insanlar gibi sizin de bencil ve kendini düşünen bir İngiliz olduğunuzu unutmuşum. Belki başka gereksiz İngiliz Lordlarınızın ihtiyacı olabilir. Ama ben İskoçya'nın en büyük toprak sahibi (Laird) Alec McAlister'ım. Sizin hiçbir şeyinize ihtiyacım yok. Gerek de duymam." Küçümseyen bakışlarını ona dikti. Elizabeth şaşkınlıkla kalakaldı önce. Sonra sinirden yavaş yavaş yüzü kızarmaya başladı. "Siz kendinizi kim sanıyorsunuz? Ne hakla benim ülkemde bana hakaret edebiliyorsunuz? Siz bana bu kelimeleri söylerken hiç kaba olmuyorsunuz, ama ben tanımadığım ukala bir yabancıyla yemeğimi paylaşmadığım için bencil ve kaba oluyorum. Üstelik genç bir kadınla nasıl konuşulacağını bilmiyorsunuz. Ben hangi ülkeden olursa olsun, kim olursa olsun sizin gibi erkeklere boyun eğmeyeceğim. Her şeyi siz yarattınız zannediyorsunuz. Üstümüzde istediğiniz gibi hakimiyet kuracağınızı zannediyorsunuz ya da sadece kadınların uyması için yaratılan o saçma görgü kurallarına her zaman uyacağımızı düşünüyorsunuz. Başka kadınlar belki de gerçekten uyacakalar, uymak isteyecekler ama ben uymayacağım. Ve bir daha sakın benimle bu şekilde konuşmaya çalışmayın!" Soluk soluğa kalmıştı. Çok fazla öfkelenmişti. Tahmin ettiğinden çok fazla tepki vermişti. Gerek var mıydı bu kadarına? Ama bunu düşünmek için çok geçti. Artık geri dönemezdi. Bu düşüncelerini belli etmeden dimdik durdu Alec'in karşısında. Alec çok şaşkındı. Asla beklemediği bir tepkiydi bu. Çok fazla bir tepkiydi ve kimse onunla böyle konuşmaya cesaret edemezdi. Sinirle Elizabeth'in üzerine yürüdü. Kolunu tuttu. Yüzünü yüzüne yaklaştırdı. Kızın nefesini hissedebiliyordu. Kalp atışlarının hızlandığını hissedebiliyordu. Güzel. Demek istediği etkiyi bırakabiliyordu. "Sen, küçük hanım! Etrafındaki küçük hizmetkarlarınla ve arkadaşlarınla böyle şımarıkça konuşabilirsin. Ama ben o insanlardan değilim. Benimle 'sen' bir daha sakın bu ses tonuyla ve bu şekilde konuşma. Yoksa senin için hiç iyi olmaz." Bunları söylerken ciddiyetini korumakta çok zorlanıyordu. Kızın saçları çok güzel kokuyordu. Dudakları çok yakındı. Dikkatini toplamakta zorlanıyordu. "Şimdi ikimiz de anlaştıysak, benim karnım acıktı. Hadi bir şeyler yiyelim."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Hayallerin Yolculuğu ✨
Ficción históricaİngiltere'den İskoçya'ya uzanan bir hikaye.... Basit görünen bir karşılaşmadan sonra, her şeyi değiştiren yolculuk karşı konulmaz bir aşkın başlangıcı olacaktı. Üstü tozlarla örtülü olan sırlar, bu yolculukla bir bir gün yüzüne çıkacaktı. Suikastler...