Merhaba sevgili okuyucularım! Benim için hem psikolojik hem de fiziksel olarak çok yıpratıcı geçen bir haftaydı. Bölümü daha dün tamamlayıp hazır hale getirebildim. Tek dileğim yaşadığımız adaletsizliklerin ve haksızlıkların bir gün gerçek anlamda sona ermesi... 🙏🏻 Her neyse hafta sonunun verdiği o güzel enerjiyle (yasaklara rağmen) tekrar yenileneceğim! Bakalım bu bölümde nelerle karşılaşacağız? Neler olacak? Düşmanlar uyumuyor biliyorsunuz... 🤭 O zaman iyi okumalar diliyorum! Haftaya görüşmek üzere, kendinize iyi bakın! 🙋🏻♀️
Önceki bölümde...
Alec kapıyı kapatıp tepsiyi şöminenin yanındaki masaya koydu. Sonra ellerini hala şöminenin yanında oturmakta olan Elizabeth'e uzattı. "Hadi gel, bir şeyler yemen lazım." Elizabeth de itiraz etmeden içi huzur dolu bir şekilde onun ellerini tutup ayağa kalktı. Birlikte masaya oturdular. Elizabeth nasıl hızlı ve çok yediğini fark etmeden tabakları silip süpürdüğünde Alec gülümseyerek onu izliyordu. "Sakın güleyim deme Alec McAlister. Sabahtan beri hiçbir şey yiyemedim." Bu son cümleden sonra Alec'in kaşları çatıldı. "Şimdi senin sıran. Hiçbir ayrıntıyı atlamadan olayları olduğu gibi anlatmanı istiyorum." Elizabeth yorgunlukla Alec'in gözlerine baktı ve her şeyi olduğu gibi bütün korkunç ayrıntılarıyla anlatmaya başladı.
Elizabeth yaşadıklarını anlatmayı bitirdiğinde perişan bir haldeydi. Ablasını son gördüğünde iyi değildi ve kaleye düşmanlar geldiği için saldırıya hazırlanılıyordu. Alec'i görmesiyle gevşeyen vücudu ve kafasına şimdi korkunç düşünceler üşüşüyordu. Neler olmuştu acaba? Herkesin iyi olması için bütün kalbiyle dua ediyordu. Ama Alec'in bakışları da dikkatini dağıtıyor, ona bu kadar ayrıntı verip vermeme konusunda pişman oluyordu. Bu deli adamın ne yapacağı belli olmazdı. Daha tam iyileşmeden gidip Campbell'la savaşacak adam şimdi neler yapmazdı. Onun düşüncelerini dağıtmak istercesine masada yanında oturan Alec'in koluna dokundu. "Alec yarın eve döneceğiz, değil mi?" Alec'in kafası çok başka yerlerdeydi. Hiç olmadığı kadar tehlikeli ve acımasızdı. Çünkü Elizabeth'in önemsiz gördüğü bütün ayrıntıları anlatmasıyla büyük tablo gözünün önünde canlanmıştı. Ian'a düşmanlık besleyen ve gizli tünelleri bilen bu kişi Richard'dan başkası olamazdı. Yıllar önce Ian'ın düğününde ona suikast kuran kardeşi Richard McLeod'un hain planını öğrenip ona engel olmasaydı her şey çok başka olabilirdi. En yakın dostunun düğününe onun hayatını kurtarmakla meşgul olduğu için katılamamıştı. Sonrasında Ian yaşadıklarının şokuyla kardeşinin canını bağışlayıp onu sürgün ettiğinde Alec onu uyarmıştı. Ian onun bir daha geri dönmeye cesaret edemeyeceğini söylemişti. Ama lanet p*ç geri dönmüştü işte. Şimdi bütün parçalar Alec'in kafasında oturuyordu. Richard ve Campbell'ın aynı anda üzerlerine gelip canlarını yakmaya çalışması tesadüf olamazdı, ki Joanna'nın onlar yola çıkmadan önce Elizabeth ve Campbell hakkında bir şeyleri ağzından kaçırıp sonradan toparlamak için uğraşması da bunun kanıtıydı. Demek ikisi birleşip McLeod ve McAlister klanlarını hem içten dıştan ele geçirip yıkmayı planlıyorlardı. Bilmedikleri şey ise Ian ve kendisinin onlardan akıllı olduğuydu. Şimdi hiç olmadığı kadar sinirliydi. Klanlarının içine girip en değerli varlıklarını kaçırmaya nasıl cüret edebilirlerdi! Bütün vücudundan öfke taşarken ellerini istemsizce yumruk yaptı. Gözü seğiriyor, şakakları sinirle atıyordu. Bir an önce eve gidip Ian'la konuşmalı, savaş planı hazırlamalı ve harekete geçmeliydi. Onlar sürekli bir şeylere zarar verirken artık yerinde oturmayacaktı. Yaptıklarının cezasını canlarıyla ödeyeceklerdi. Sadece klanlarının meselesi olmaktan da çıkmıştı olay. Hangi alçak ve korkak bir savaşa kadını ve çocukları karıştırırdı! Amelia, Jerry, Elizabeth... Kendi kardeşi ve Jennifer da tehlikedeydi. Elinde olsa bu gece çıkıp klana geri dönerdi ama Elizabeth'e bunu yapamazdı. Göz altlarının siyahlığı ve beyaz tenli olmasına rağmen yüzünün renginin solgunlaşması bu gece burada kalmak zorunda olmasının tek sebebiydi. Şimdi Ian da Elizabeth'i bulmak için aramaya çıkmıştı. Bunu tahmin etmek zor değildi. Elizabeth'in ona seslenmesini duymadan sinirle ayağa kalktı. Kapıdan hızla çıkarak Elizabeth'i yalnız bıraktı. Elizabeth ise onun cevap vermeden hışımla çıkıp gitmesi karşısında afalladı. Sinirleneceğini tahmin etmişti, ama gözlerinin içinde parlayan öfkenin bu denli tehlikeli bir şekilde kendini göstereceğini düşünmemişti. Onu hiç bu kadar kötücül bir şekilde bakarken görmemişti. O yüzden bu şekilde çıkıp gitmesini yadırgamadı. Bu insanların bir şekilde yaptıklarının bedelini ödemesi gerekiyordu. Ama Alec ile kendisinin yöntemleri biraz farklıydı. İçini çekerek ayağa kalktı. Margaret isimli kadının düşünceli bir ev sahibi olarak kendisi için bıraktığı pamuklu geceliği fark ederek kendisinden utandı. O bu kadar düşünceli olurken kendisi bir teşekkür bile edememişti. Şimdi gidemezdi, saat gece yarısını çoktan geçmişti. Kirlenmiş elbisesinin iplerini arkadan çözerek açtı. İplerin bağını zor da olsa gevşeterek elbiseyi çıkarabildiğinde nefes nefese kaldı. Yıkanmayı o kadar çok isterdi ki... Ama banyoda bulduğu havlu ve sabunla idare etmek zorundaydı. Geceliği giymeden ince iç elbisesiyle banyoya yöneldi ve mümkün olduğu kadar bütün vücudunu temizlemeye çalıştı. İşi bittiğinde her yerini kızartmayı başarmıştı. Sinirle homurdanarak aynada vücuduna baktı. Bu kadar beyaz tenli olmasaydı böyle kızarmış tavuk gibi görünmezdi. Bir an gözlerini karnına dikti. Uzun zamandır oraya bakmaktan kaçıyordu. İç elbisesini yukarı doğru çekerek kendini göreceklerine hazırladı. Ama görüntü o kadar da korkunç değildi. Siyahlık iyileşmeye başladığını gösteren çürük bir yeşile dönmüştü. Hala hassastı evet ama iyileşiyordu. Önemli olan da buydu. Hüzünle elbisesini serbest bıraktı ve arkasını döndü. Kapıya yaslanan Alec'i görünce korkudan yerinde sıçradı. Sinirle onun göğsüne vurdu. "Ne yapıyorsun sen Tanrı aşkına! Az daha korkudan avazım çıktığı kadar bağıracaktım!" Alec onun tepkisine çapkınca gülümseyerek karşılık verdi ve güç yayan bedeniyle Elizabeth'e yaklaştı. Ani bir hamleyle onu kucağına alarak içeri, odaya taşıdı. "İndirsene beni, üzerimi giyeceğim!" Üstünü kapatmak için iç elbisesini çekiştiriyordu ama bir faydası olmuyordu tabi... "Biraz daha bağırırsan sevgilim, evdekiler ne yaptığımızı düşünür acaba?" Elizabeth utançla elleriyle ağzını kapattı. Sonra kaşları sinirle çatılarak fısıldadı. "Hep senin yüzünden! Beni deli bir kadına çevirdin. Üşümeye başladım ayrıca, hemen beni aşağı indirmeni istiyorum!" Alec için kilit kelimeyi söylemişti. Üşüdüğünü söyleyince kendini hemen ayakta buldu. Anlamlı bir şekilde gülümseyerek yatağın üzerindeki geceliği kaptı ve paravanın arkasına doğru koşuşturdu. Alec onun bu oyununa nasıl düştüğüne şaşırarak güldü. Ellerini saçlarında gezdirerek yatağın örtüsünü açtı. Askerlerinin yanına gidip olanları anlatmıştı. Sabahın ilk ışıklarıyla da hızlı bir şekilde klana dönmesi ve Elizabeth'i bulduğunu haber vermesi için birini görevlendirmişti. Tabi yolda Ian'ın ve onun askerlerini görme ihtimali olduğunu ve haberi onlara da vermesi gerektiği konusunda tembihlemişti. Çadırlardan birinde acıyla inleyip bağıran Joanna'yı dikkate bile almamış, askerlerine bağırmaya devam ederse ağzını bağlamalarını söylemişti. Onların hiçbirine acımayacaktı. Çizmelerini çıkartıp kendisine verilen temiz bir pantolonu giydi. Ve tabi ki pantolon ona kısa ve dar gelmişti. Neyse ki sadece uyuyacağı zaman giyecekti. Yatağa girdiğinde Elizabeth'in paravanın arkasında belirmesiyle düşünceleri dağıldı. Saçları omuzlarından aşağıya adeta bir güneş şelalesi edasıyla dökülüyor, kızarmış yanakları ve yaramazca bir gülümsemeyle kıvrılan dudakları kendisini günaha davet ediyordu. Sesini çıkarmadan onun kendisine gelmesini beklemeye karar verdiği anda Elizabeth ürkek adımlarla yatağa oturarak kendisine baktı. "Nereye gittin? Seni merak ettim." Aslında kimseye hesap vermeyen ve bundan da hiç hoşlanmayan Alec McAlister bu cümlelerle yumuşadığını hissetti. Kardeşi ve kumandanlarından başka biri onu merak ediyor ve endişeleniyordu. Sırtını yasladığı yastıktan uzaklaşarak doğruldu ve Elizabeth'in karşısına oturdu. "Olanları askerlerime anlattım ve seni bulduğumu haber vermesi için bir askerimi görevlendirdim. Yarın eve dönüyoruz." Elizabeth'in yüzü sevinçle aydınlandı. "Ablam sonunda rahatlayacaktır. Benim için endişelenmesini istemiyorum. Onu son gördüğüm hali gözümün önünden gitmiyor Alec... Umarım herkes iyidir." Alec onu rahatlatmak istercesine sesini yumuşattı. "Herkes iyidir güzelim. Ian her şeyi kontrol altına almıştır, endişelenme. Hatta benimle dalga geçmek için fırsat kolladığına eminim." Elizabeth soru sorarcasına bakınca Alec devam etti. "Ian'ın o notu senin odana koymasını istediğimden, ona götürmesi için sana eşlik edecek olan kumandanıma vermiştim. Ablanın yanına döneceğini biliyordum. Beni unutmanı istemedim." Elizabeth'in kalbi bu itirafın masumluğuyla adeta eridi. "Seni nasıl unutabilirim koca dev!" Yatakta ilerleyerek Alec'in bacaklarının arasına oturdu ve elini onun yanağına doğru götürerek sakallı yanağını yavaşça okşamaya başladı. "Seni çok seviyorum..." Fısıldayarak söylediği bu cümleyi mühürlemek istercesine dudaklarını Alec'in dudaklarına bastırdı. Alec ise Elizabeth'in başlangıçta minik olmasını planladığı bu öpücüğü derinleştirerek onu belinden tutarak çevirdi ve yatağa uzanmasını sağladı. Kendisi de ağırlığını Elizabeth'in vücuduna vermeden dirseklerinden destek alarak yavaş yavaş öpmeye devam etti. Ona sevgisini hissettirmeye, aynı zamanda da endişe ve acılarını almaya uğraşarak büyük bir sevgiyle öpüyordu. Aralarındaki gerilim ve tutku ölümüne sebep olacaktı. Biraz daha devam ederse beklenen sonu engelleyemeyecekti. Ama şu an zamanı değildi. Ölüm gibi bir şey de olsa Elizabeth'in öpüşüne karşılık vermesine karşı koyarak durdu ve onun üzerinden çekilerek yanına uzandı. "Sen benim ölümüme sebep olacaksın!" Elizabeth doğrularak onun göğsüne yaslandı ve kaşlarını çatarak konuştu. "Bana sürekli bunu söylüyorsun. Bu hiç hoş bir şey değil!" Alec onu belinden tutarak yavaşça göğsüne çekti ve uzanmasını sağladı. "Hadi uyuyalım güzelim. Yarın uzun bir gün olacak ve ben mümkün olduğunca senin kokunu içimde hissetmek istiyorum." Bir yandan da Elizabeth'in saçlarını koklayıp öpüyordu. "Bir daha kollarımın arasından uzaklaşmana izin vermeyeceğim." Elini Elizabeth'in belinde aşağı yukarı götürüp okşuyordu. Elizabeth bu sözlerin üzerine huzurla içini çekerek iyice Alec'e sokuldu. Kendini güvende ve mutlu hissediyordu. Her şey çok güzel olacaktı.
Richard McLeod gece yarısı Campbell'ın yıkıldı yıkılacak kalesine vardığında atından hızla indi. Arkasındaki korkaklar ordusunun şikayetlerinden de zayıflıklarından da bıkmıştı. O yüzden onlara kamp kurma emrini verdikten sonra hızla atından indi ve kalenin eski kapısına doğru ilerledi. Elini yumruk yaparak kapıya sertçe vurmaya başladı. Bir süre devam eden sessizliği homurdanmalar ve söylenmeler takip etti. Kapı pijamalı bir uşak tarafından açıldığında onun da uykusunun bölünmesinden hoşlanmadığı belli oluyordu. "Joseph nerede?" Uşak bu yüksek sestonu karşısında suratını ekşiterek onu yanıtladı. "Efendimiz odasına çekilmişti. Bu 'geç' saatte uyanık olacağını sanmıyorum. Uşağın gereksizi iğnelemeleriyle uğraşacak hali yoktu. Onu iterek içeri girdi. "Campbell! Neredeysen hemen aşağı in!" Bu yüksek sesi takip eden merdivenden aceleyle inen ayak sesleri giderek yaklaştığında Campbell'ın da sesi duyuldu. "Bu saate ne istiyorsun seni lanet olası! Beni uykumdan uyandırmak için güzel bir sebebin olsa iyi olur!" İkisi karşı karşıya geldiğinde Richard onu baştan ayağa inceleyerek sinsice gülümsedi. "Pek de uyuyor gibi bir halin yok Joseph..." Campbell'ın kızaran suratı hızla sinirli bir ifadeye büründü. "Seni ilgilendirmeyen işlere karışma! Şimdi ne istiyorsun onu söyle. Eğer Lawrence'ı nereye kapatacağımızı soracaksan aşağıda zindanlarda kilidi çalışan bir hücre ayarladım. Oraya kapatabilirsin. Yarın onunla ilgileniriz." Sesi buz gibiydi. Richard'ın kendini beğenmişliği bir çırpıda yok olurken suratı ciddileşti ve olanları hızlıca anlattı. Campbell'ın suratı öfkeyle renkten renge girerken ağzından tükürükler saçarak bütün öfkesini kustuğunda Richard sadece sustu ve bu krizin bitmesini bekledi. "Eğer biraz daha bağıracak olursan o dilini keseceğim Campbell! Ben senin askerin değilim ve seni öldürmekten de çekinmem! Çıkarlarımız için birlikteyiz bunu unutma. Bana hesap soracağına sen söyle bakalım! Senin kızının da şimdiye dek gelmesi gerekiyordu. Nerede kaldı? Nerede Alec McAlister'ın ölüsü? Sanki tam olarak onun ölüsünü buraya getireceğini söylemişti değil mi?" Campbell'ın sessizliğini koruması karşısında onu alt ettiğini bilerek devam etti. "Ayrıca lanet olası bir İskoç kurdunun saldırısına uğrayan da sen değilsin!" Elini sinirle hala sızlayan yarasına götürdü. "Bunun dikilmesi gerekiyor. Victoria'yı çağırda bir baksın." Campbell bu cümlelerin arkasından kendisini sakinleşmeye zorladı ve makul olmak için çaba sarf ederek ses tonunu düşürdü. "Tamam. Gidip onu getireceğim." Yukarı çıkamadan Richard'ın sesi bir kez daha duyuldu. "Savaş planını yapıp en yakın zamanda saldıracağız. Bugün yaktığımız köyler gibi onların sahip olduğu her şeyi yakıp yok edeceğiz."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Hayallerin Yolculuğu ✨
Historická literaturaİngiltere'den İskoçya'ya uzanan bir hikaye.... Basit görünen bir karşılaşmadan sonra, her şeyi değiştiren yolculuk karşı konulmaz bir aşkın başlangıcı olacaktı. Üstü tozlarla örtülü olan sırlar, bu yolculukla bir bir gün yüzüne çıkacaktı. Suikastler...