Önceki Bölümde..."Sen ne diyorsun oğlum?" Alec'in istemese bile kabul etmemesi gibi bir seçeneği olamazdı. James'e çok şey borçluydu. Şu anda sahip olduğu her şeyi ona borçluydu. "Tabi ki James, senin için yapamayacağım şey yok. Evet şimdi haberim oldu. Her zamanki Jennifer. Dediğim gibi benimle gelebilir ve kızını kendi canım pahasına koruyacağıma emin olabilirsin. Yarın sabaha karşı dörtte yola çıkacağım. Erken çıkmam gerekiyor çünkü. Size de uygunsa Leydi Elizabeth, yarın sabah yola çıkıyoruz." Elizabeth'e karşı zafer kazanmışçasına gülümsedi ve göz kırptı.
Ertesi gün sabaha karşı, saat dörde yaklaşırken Elizabeth kendini nasıl böylesine bir durum içinde bulduğuna hala inanamıyordu. Her şey o kadar çabuk gerçekleşmişti ki, içinden Jenny'ye yeterince kızamamıştı bile. Yemekten sonra Alec anlam veremediği bir şekilde keyifle ayrılmıştı ve resmen kendisine acı çektirmek için bunu yapıyordu. Babasını reddedebilirdi. Kabul ettiğini söylerken ki ifadesi bile şeytaniceydi. Ama bunu kendisinden başka kimse fark etmiyordu. Herkesle o kadar çabuk samimi olmayan annesi bile, Alec giderken onun elini, içinde asla olmadığını bildiği bir centilmen gibi öptüğünde, genç kız gibi kıkırdıyordu. Babası ise buna sadece gülümsemekle yetinmişti. Gerçekten hiçbir şeye anlam veremiyordu. Neden kimse onun sinir bozucu, İngiliz düşmanı, kötü, kaba bir adam olduğunu göremiyordu? Elizabeth'i çocukluğundan beri etkileyen kolyesinin hikayesi hala aklındaydı fakat o hikayenin kahramanının Alec olduğunu asla kabul edemiyor, kendince görmezden geliyordu. Her zaman bir gün o insanla tanıştığında onu çok seveceğini düşünmüştü oysaki. Düşünceleri kafasından atmak istercesine kafasını salladı. Tanrı aşkına, bu huzursuz adam neden herkesi bu saatte ayağa dikiyordu? Daha insancıl saatlerde de pekala yolculuk yapabilirlerdi. Babası da bu saatin en uygun saat olduğunu söylemişti. Ama kimse bir açıklama yapma gereği duymuyordu. O kadar uykusu vardı ki, Lily saçlarını toplamak istediğinde dokundurtmamıştı bile. Sadece taramış ve zümrüt yeşili yolculuk elbisesini üzerine geçirmişti. Lily kahverengi pelerinini ve hazırladığı valizini aşağı indirmişti. Ayakkabılarını, elbiselerini, kemerlerini ve diğer lazım olacak şeyleri aldığını düşünüyordu. Ama o kadar acele hazırlanmıştı ki, kesin sonradan bir şeyi unuttuğunu fark edecekti. Seyisten de Zeus'u hazırlamasını rica etmişti. Sanırım her şey tamamdı. Ah şu an sıcacık yatağında uyumak için nelerini vermezdi. Jenny... Umarım beni bu saatte, bu huysuz adamla, haftalarca yolculuk yapmaya zorlamak için iyi bir sebebin vardır, diye düşündü içinden. Olmak zorundaydı yoksa Jenny için hiç iyi olmayacaktı.
Aşağı indiğinde annesi ve babası sabahlıkları içinde uykulu bir şekilde oturma odasında bekliyorlardı. Elizabeth de onlara katıldı. Annesinin ve babasının nasihatlerini dinledi. Jenny'yle çok güzel vakit geçirmesini söylediler, yolculuk hakkında dikkatli olmasını ve Alec'in görüşlerine önem vermesi gerektiğini de eklediler. Çünkü Alec bu konuda çok tecrübeliymiş ve Elizabeth ona zorluk çıkarmamalıymış. O kadar fazla uykusu vardı ki, karşı çıkıp itiraz edemedi bile. Daha sonra at nallarının sesini duydular ve pencereden baktıklarında Alec ve yanında birkaç adamın daha avlularında bekliyor olduklarını gördüler. Başkalarının olacağından haberi vardı. Tek başlarına yolculuk etmeleri güvenli olmadığından böyle olmak durumundaydı. Annesi, babası, Lily ve birkaç ev çalışanı pelerinlerine sıkıca sarılarak Elizabeth'le birlikte dışarı çıktılar. Kahyaları Elizabeth'in valizini taşıyordu. O sırada da Alec atından inip, onlara gülümseyerek yaklaşmaya başladı. Herkesin uyku mahmuru olduğu bu saate bile nasıl böyle canlı ve enerjik olabiliyordu bu adam? Üzerine geçirdiği pelerini o kadar kalındı ki çok heybetli görünüyordu. Normalde olduğundan daha da büyük. Kim bilir kendisi nasıl bakımsız ve çirkin görünüyordu. Biraz daha özenli olmadığı için kendine kızdı. Alec ise Elizabeth'in uyku sersemliğini komik ve sevimli bulmuştu. Ama biraz sonra tartışacaklarını bilmiyordu tabi.
Alec atından inerken, seyis Zeus'u avluya getiriyordu. Elizabeth ailesiyle vedalaştı. Tek tek hepsine sarıldı ve öptü. "Hepinizi bu saatte uyandırdığım için üzgünüm ama bu saatte çıkmamız gerekiyordu. Biliyorsun James, yollar biraz sıkıntılı." James onaylayarak başını salladı. "Tabi oğlum, böylesi daha uygun." Alec bakışlarını Elizabeth'e çevirdi. "Hazır mısınız Leydi Elizabeth?" O sırada kızı ilk gördüğü açık alanda sürdüğü atı fark etti. "Üzgünüm ama atınızı alamayacaksınız. Çünkü benimle at süreceksiniz. Leydi Gillian size ve James'e bahsetmiştim ama..." Gillian mahcup bir şekilde gülümsedi. "Evet ama biz bunu söylemeye fırsat bulamadık sanırım James, değil mi?" Nasıl o adamla aynı atı paylaşacaktı? Nasıl bunu ona söylemezlerdi? Artık şaşırmıyordu. Sonuna kadar inat etti. Karşı çıktı. Herkese kızdı.
Bir saat sonra Elizabeth, Alec'in -resmen- kucağında rahatsız bir şekilde dik oturmaya çalışırken bile, neden kendi atına binemediğini ve nasıl hiç kimsenin onun yanında durmadığını anlayamıyordu. Çok sinirliydi, çok uykusu vardı ve gözleri yavaşça kapanıyordu. Ama her seferinde sırtını Alec'e yaslamak istemediği için hızlıca tekrar açıyordu. Ayrıca çok da üşüyordu. Deli bir adam bu saatte çıkmak istediği için bu haldeydi. Elbette Alec de kız fark ettirmemeye çalışsa bile durumunu anlayabiliyordu. Hava çok soğuktu. Kızın üşüdüğüne emindi ve o kırılmaz inadı yüzünden uyumuyordu bile. Hayatında böyle bir kadına rastlamamıştı. Bir keçi kadar inatçı, yaşlı biri kadar da huysuzdu. Her şeye inat etmek için eğitilmişti sanki. Kendini sorgulamıyor değildi. Acaba hata mı etmişti bu yolculuğu Elizabeth'le yapmayı kabul ederek? Daha fazla düşünmek istemedi. Nasıl olsa bir şey değişmeyecekti. Kız ona bir an yaslanıp sonra tekrar kendini uzaklaştırıyordu. Ona acıdı ve yardımcı olmaya karar verdi. Atının iplerini tek eline aldı. Belini koluyla sararak kendine doğru çekti. "Ne yaptığını sanıyorsun?" diye mırıldandı Elizabeth. Ama uykuyla uyanıklık arasında gidip geliyordu. Kızın başını omzuna yasladı ve titremesine engel olmak için pelerinini onun etrafına sardı. "Bir şey yapmıyorum. Hadi uyu artık." Kolunu tekrar beline sardı. Elizabeth'in itiraz edecek hali kalmamıştı artık. Kıpırdanmayı bıraktı. Uyumadan önceki son düşüncesi Alec'e çok fazla yaslanmak istemediği olmuştu. Kız sonunda kıpırdamayı bırakıp, uykuya daldığında Alec kendine daha fazla karşı koyamadı ve burnunu onun saçlarına doğru götürdü. Daha ilk tanışmalarında fark ettiği o mükkemel papatya kokusunu içine çekti. İstemsizce belini tutuşunu sıkılaştırarak yoluna devam etti. Onu sinirlendiren şey adamlarının -ki onlar en sadık beş adamıydı- bile Elizabeth'e hayran hayran bakmalarıydı. Elizabeth'in beş iri adamın sürekli etraflarında at sürmelerine tepkisini tahmin edilebilirdi, ama adamlarının tepkisinin ağızları açık bir şekilde Elizabeth'e bakmak olduğunu tahmin edemezdi. Alec bunları düşünürken Elizabeth kucağında huzursuzca kıpırdadı. Ve Alec'i çok şaşırtıp, iki elini onun beline sararak sıkıca sarıldı. Alec resmen donmuştu. Onun bu masum hareketine bedeninin böyle bir tepki vermesini beklemiyordu. Bütün vücudu dikleşti. Kafasındaki uygunsuz düşüncelerden kurtulmak istercesine kafasını salladı. İki, belki üç hafta her bu duruma geldiğinde bu şekilde mi tepki verecekti yani? Belki de aynı atı paylaşmak o kadar da harika bir fikir değildi.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Hayallerin Yolculuğu ✨
Ficción históricaİngiltere'den İskoçya'ya uzanan bir hikaye.... Basit görünen bir karşılaşmadan sonra, her şeyi değiştiren yolculuk karşı konulmaz bir aşkın başlangıcı olacaktı. Üstü tozlarla örtülü olan sırlar, bu yolculukla bir bir gün yüzüne çıkacaktı. Suikastler...