Merhabalar, yine bir cuma akşamında birlikteyiiz! 🐥 Bu bölümde kafanızdaki soruların bir kısmına yanıt bulacağınızı düşünüyorum. Zaten her şeyi bir anda öğrenirsek büyüsü de kalmaz, değil mi? O yüzden sabrınızı ve anlayışınızı bekliyorum. Bölümleri yazarken gerçekten çok özeniyorum ve olay örgüsünü ince ince işleyip, içime sinerek ve sizi mutlu edeceğini düşünerek yazıyorum. 😌 Umarım doğru yoldayımdır. Hepinize iyi akşamlar, haftaya görüşmek üzeree! 👼🏻🌸
Önceki bölümde...
Güneş kendini iyice gösterdiğinde Alec içinde oluşan şüpheyle bir şeylerin ters gittiğini hissediyordu. Askerler sabaha karşı yola çıkmış ve saatlerdir de durmadan devam etmişlerdi. Neredeyse öğlen olacaktı. Başta sabaha karşı yola çıkmaları onlar açısından normal gelmişti fakat şimdi ise yolun bu kadar uzun sürmesine rağmen askerlerin mola vermemesi aklına başka şeyleri getirmişti. Bu acele neydi? Kulübeden kutuları taşıdıkları zaman planladıklarıyla ve şu an yaptıkları çok başka şeylermiş gibi geliyordu. Neden böyle hissettiğini bilmiyordu. Belki de Joanna kafasının bu şekilde karışmasına sebep olmuştu. Dedikleri gerçek miydi yoksa tamamen bir oyun mu? Eğer gerçekse, bu onların işine gelen bir şey olacaktı fakat bu bir oyunsa şu an kendi ayaklarıyla bir tuzağa yürüyor olabilirlerdi. Ne karar vermesi gerektiğini bilemiyordu. Bunu bir keşif gezisi olarak planlamıştı ama şu an amacından sapmıştı. Çoktan eve dönmüş olması gerekiyordu. Klandakilerin onları merak ettiğine emindi. Elizabeth ne yapmıştı acaba? Kendisine çok kızgın mıydı? Kendisini nasıl hissediyordu? Onunla konuşması gerekiyordu. Onu görmesi gerekiyordu. Derin bir iç sıkıntısıyla nefes verdiğinde askerlerinin durduğunu gördü. Soru soran bakışlarını Lancelot'a çevirdiğinde komutanının tereddütlü bakışlarını takip etti. Uzun mesafeden takip ettikleri askerlerden tek bir ses çıkmıyordu. Mola vermiş olsalar bile bu kadar sessizlik olması imkansızdı. Alec tam bir küfür savurduğunda kafasının dibinden geçen bir ok yanı başındaki ağaca ince bir ıslıkla saplandı.
Ian'ı o an gördüklerine hiçbir şey hazırlayamazdı. Vermek istediği o güzel haber şimdi aklında bile değildi. Kapıyı açtığı anda ilk gördüğü şey karısının acı dolan yüzünde parlayan ter damlalarıyla koltukta yatıyor olmasıydı. Elbisesi yukarı sıyrılmış ve beyaz astarının aşağılara inen kısmı suyla karışık kırmızı bir lekeyle kirlenmişti. Bir eli koltuğun yastığını kavramış, diğer eli kanla lekelenmiş elbisesinin astarını sıkıyordu. Karısının ağzından kopan kuvvetli bir çığlık Ian'ı o an yaşadığı şoktan çıkardı. Hızla onun yanına giderek çömeldi. "Jennifer ne oluyor, ne oldu burada!" Jennifer kapıda duran kocasını fark ettiğinde kurtuluşunu görmüştü sanki. "Ian, Elizabeth'i götürdüler. Onu bul, lütfen onu bul!" Kocasının yakasını çekiştirirken sıktığı dişlerinin arasından ilk bu cümle dökülmüştü. Kapıda dikilen askerler ise başlarını başka tarafa çevirip şok içinde öylece kalakalmışlardı. "Ne duruyorsunuz orada! Hemen doktoru çağırın! Brandon'a söyleyin, askerleri toplayıp tünel çıkışına gitsin ve Elizabeth'i kurtarsınlar!" Jennifer'ın ise bilinci gidip geliyordu. Kendini kaybettiği anda şiddetli bir sancıyla tekrar gerçeğe dönüyordu. Elini korkuyla aşağı götürüp baktığında gördüğü kanla içi korkuyla doldu. "Ian bebeğime bir şey oluyor!" Artık kocasının yakasını daha sert bir şekilde çekiştiriyordu. "Bir şey yap Ian, bu normal değil!" Gözlerinden sicim gibi akan yaşlar çenesinde toparlanıyor ve çektiği acı yüzünden belli oluyordu. Koltuğun kenarından sarkan kahverengi saçları terlemiş, yastığı sıkan parmakları beyazlamış, uzandığı koltuk kırmızılaşmış, vücudu yaşadığı acıyı yansıtırcasına kaskatı kesilmişti. Ian'sa karısını daha önce böylesi bir halde görmediği için ne yapacağını şaşırarak, onun yaşadığı acıyı kendisine çekmek istercesine yastığı tutan elini tuttu. Jennifer'ın o minik elleriyle canını bu kadar acıtarak sıkması ise yaşadığı dehşeti biraz daha arttırdı. "Lanet olsun, doktor nerede kaldı! Jennifer'a bir şey olacak olursa buna sebep olan herkesi öldürürüm!" Farkında olmadan gözlerinden akan yaş onun ne kadar korkuya kapıldığını gösteriyordu. "Beni dinle sevgilim, sana hiçbir şey olmayacak doktor geliyor şimdi. Lütfen sakin ol." Jennifer sancısı derinleştiğinde nefes alamadığını hissetti. Ağzından çıkan çığlık acısının ne kadar güçlü olduğunu gösteriyordu. "Bebeğim, Ian! Önce onu kurtarın lütfen, ben önemli değilim!" Yaşadığı acıya rağmen hala bebeği düşünüyor olmasını Ian'ın aklı almıyordu. Bebeği kendisi de büyük bir heyecanla bekliyordu ama her şekilde karısının hayatı onun için önce geliyordu. Koridorda duyulan hızlı adım sesleri odaya yaklaştığında Jennifer'ın bilinci yavaş yavaş elinden kayıp gitti ve ağzından fısıltıyla "Elizabeth... Bebeğim..." kelimeleri döküldü. Etraf karardı ve Ian'ın elini tutan eli kayarak düştü.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Hayallerin Yolculuğu ✨
Historical Fictionİngiltere'den İskoçya'ya uzanan bir hikaye.... Basit görünen bir karşılaşmadan sonra, her şeyi değiştiren yolculuk karşı konulmaz bir aşkın başlangıcı olacaktı. Üstü tozlarla örtülü olan sırlar, bu yolculukla bir bir gün yüzüne çıkacaktı. Suikastler...