Merhabalar! 😌 Tam kapanma son hızıyla devam ederken neredeyse yarısını bitirmiş olmamız beni mutlu ediyor. Hepimiz yorulduk ve sıkıldık bu durumdan ama biraz daha sabretmemiz gerekiyor. 🤷🏻♀️🏡 Umarım hikayem sizi biraz da olsun bu stresli durumdan uzaklaştırabiliyordur. 🌸 Şimdi bizim hikayemize gelirsek olaylar her cephede heyecanlı bir şekilde yankılanırken, ben hemen hemen herkese yer vermeye çalıştım. Yer veremediklerimden ise diğer bölümde bahsedeceğim. 🙇🏻♀️ Daha fazla yazıp hepsine daha uzun yer vermek isterdim. Fakat işleyişi planladığım ölçüde bu şekilde ilerlemesi gerekiyor. Bakalım neler neler olacak? İyi okumalar diliyorum. Haftaya görüşmek üzere... 😇
Önceki bölümde...
Elizabeth hemen içeri girip ilacı aramaya başladı. Biraz ortalığı karıştırdıktan sonra ilacı kaptı. Tam aralık olan kapıyı açıp dışarı çıkacaktı ki kapıdaki konuşmaları duyunca olduğu yerde kalıp dinlemeye başladı.
"McAlister liderinin yaralandığı söyleniyor, duydun mu?"
"Evet duydum. Söylendiğine göre çok ağır yaralanmış. Ama şimdiki durumunu bilmiyorum. Sen biliyor musun?
"Hayır bilmiyorum. Sadece kurtarılması için uğraşıldığını ama şansının çok azaldığını duydum."
Elizabeth duydukları karşısında olduğu yerde öylece kaldı. Ne demek Alec yaralanmıştı? Hem de ağır yaralandığı söyleniyordu! Alec çok güçlüydü, ona bir şey olamazdı! Alec ölemezdi, söz vermişti... Daha yaşayacakları bir sürü şey vardı. Birbirlerini yeni bulmuşlardı. Gözleri hızla dolarken ağzından kaçmak üzere olan hıçkırığı elleriyle ağzını kapatarak durdurdu. Ah yüce Tanrı'm, ah yüce Tanrı'm... Lütfen doğru olmasın. İçinden sürekli bu cümleleri tekrarlıyordu. Elizabeth gerçeği öğrenmek zorundaydı. Bir odanın içinde saatlerce Alec'in ölüm haberini alacakmış gibi bekleyemezdi. Hemen sakinleşip doğru düzgün düşünmek zorundaydı. Yapması kesin olan şey McAlister klanına gitmekti, orası kesindi. Elini yavaşça ağzından çekti ve derin derin nefes aldı. Önce kapıdaki askeri uzaklaştırması gerekiyordu. Çünkü az önce diğerinin uzaklaştığını belli eden adımlarını duymuştu. Sonra ahırdan bir at bulması gerekiyordu. Tanrı yardımcısı olsun işi çok zordu, ama Alec'in iyi olduğuna emin olmak zorundaydı. Alec her zaman en yardıma ihtiyacı olduğu anda ortaya çıkmıştı. Şimdi sıra ondaydı. Alec'e nasıl yardım edebilirdi, ne yapabilirdi bilmiyordu ama, bildiği tek şey onu görmeden burada saatlerce beklemeyi asla kabul etmeyeceğiydi. Gözlerini kapatarak kendini düşünmeye zorladı. Boşta kalan elini yumruk yapıp açıyordu. Birden gözlerini açtı. Üzerine çok düşünmeden işe yarayacağını düşündüğü ilk şeyi yapmaya karar verdi. Dolu olan gözlerindeki yaşı elinin tersiyle sildi ve hızla kapıyı açtı. Telaşlı görünmeye çalışarak konuşmaya başladı. "Ah asıl önemli olan ilacı nereye koymuş ablam bulamıyorum! Ama sizin bu ilacı hemen ona götürmeniz lazım." Askerin eline ilacı tutuşturduğunda asker de şaşkınlıkla bakakaldı. "Neden hala bakıyorsunuz bana? Durumun ciddiyetinin farkında değil misiniz yoksa? Leydi McAlister'ın tekrar hasta olmasını mı istiyorsunuz?" Asker başını hızla sağa sola salladı. "Tabi ki istemiyorum leydim. Ama sizi burada yalnız bırakamam!" Elizabeth sabırsızlıkla biraz daha telaşlı görünmeye çalıştı. "Ben bu odada diğer ilacı arıyor olacağım. Arkamdan kapıyı da kilitlerim. Siz bu ilacı götürüp gelene kadar bulmuş olurum. Ablamın bu ilacı hemen içmesi gerekiyor. Hadi hemen gidin çabuk!" Asker kafası karışarak hızla merdivenlere yöneldiğinde Elizabeth onu kandırdığı için kendini suçlu hissetse de yapacak bir şeyi olmadığını biliyordu. Şimdi çok hızlı hareket etmesi gerekiyordu. Odaya geçip kapıyı arkasından kapattı. Elbisesinin iplerini arkasından çeviklikle çözdü ve sadece kombinezonuyla kaldı. Giysi dolabına yönelerek Ian'ın gömleklerinden birini üzerine geçirdi. "Üzgünüm Ian..." diye fısıldayarak onun pantolonlarından birini gelişigüzel seçip giydi. Tabi ki çok boldu. Hemen bir tane kemer bulup belinden sıkılaştırdı. Üzerine siyah bir pelerin geçirdi. Şimdi tek sorun saçlarıydı. Dolabın içini biraz daha karıştırdığında Ian'ın şapkasını buldu. Saçlarını şapkanın içine sıkıştırarak düzgünce taktı. Kenarlardan çıkan sarı saçlarını da görünmez hale getirdikten sonra ablasının yolculuk çizmelerini giydi. Elbisesini de ablasının dolabının içine koyup kapağı kapattı. Kendi ayakkabılarını da yatağın altına itti. Ardından açık kapıdan geçerek uzun koridora çıktı. Tam merdivenlerden ineceği sırada aşağıdan kendisiyle odaya eşlik eden askerin hızlı adımlarla yukarı çıktığını gördü. Nasıl bu kadar hızlı gidip gelebilmişti Tanrı aşkına? Askerin bakışlarını üzerinde hissettiğinde kafasını eğerek selam verdi ve adımlarını hızlandırarak ana salonun yanından geçti. Girişten kalenin avlusuna çıkan merdivenleri indiğinde kalenin kapısında iki askerin nöbet tuttuğunu gördü. Kendisini de savaşan askerlerden biri olduğu imajını vermek için çizmesinin içine sıkıştırdığı hançeri eline alıp onların yanından hışımla geçti. Kalbi ağzında atarken kimsenin onu durdurmaması karşısında şaşkınlıkla ahırlara yöneldi. Oraya da bir karmaşa hakimdi. Ahırın önünde bir sürü at sahipsiz bir şekilde dolanırken seyis onları sakinleştirmeye çalışıyordu. Elizabeth çok şanslı olduğunu düşünüyordu. Hemen kenarda uysalca bekleyen bir atın yanına yaklaştı. Önce onun yelelerini okşayarak kendisine güvenmesini sağlamaya çalıştı. Sonra başını okşadı. "Lütfen güzel kızım, yardım et bana..." Atın alnını okşayarak öptü. İçinden Tanrı'ya ona yardım etmesi için dua ederek bir ayağını eyere bastı ve atın üzerine oturdu. Atı mahmuzlayarak ilerledi. Kalenin kapısı bazı askerlerin savaş alanına gitmesi için açılmıştı. Elizabeth'in bu fırsatı kaçırmaması gerekiyordu. Hızını kesmeden askerlerin arasına katıldı ve kaleden çıktı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Hayallerin Yolculuğu ✨
Ficción históricaİngiltere'den İskoçya'ya uzanan bir hikaye.... Basit görünen bir karşılaşmadan sonra, her şeyi değiştiren yolculuk karşı konulmaz bir aşkın başlangıcı olacaktı. Üstü tozlarla örtülü olan sırlar, bu yolculukla bir bir gün yüzüne çıkacaktı. Suikastler...