Önceki bölümde...
Ian Samuel'la konuşmuş ve dün geceki davranışı hakkında sert bir şekilde onu uyarmıştı. Başka bir saygısızlığa tahammülü olmayacağını da açık açık söylemişti. Alec onun tamamen güvenebileceği tek dostuydu. Dün akşamki davranışları her ne kadar anlamsız ve garip olsa da dostunu destekleyecekti. Elizabeth'le arasında ne geçtiyse Alec'i çok fazla etkilediği belliydi çünkü Alec asla kontrolünü kaybedip böyle şeyler yapmazdı. Kalenin dış kapısına doğru yürüyerek kendisine el sallayan Elizabeth'e başını sallayarak selam verdi. İçinde yakında her şeyi öğreneceğine dair bir his vardı. Bekleyip görecekti...
Donald askerlerin talim yaptığı iç avluda liderinin yanında dururken onun neden bu kadar sinirli ve huysuz olduğunu merak ediyordu. İngiltere'den döndüğünde zaten sinirli olmasını bekliyordu. Bunun nedeni yoktu, orasının İngiltere olması yeterliydi. Ama huysuzluk? Alec'in burada olmadığı zamanlarda yaşananların raporunu verirken bile sabırsızdı. Normalde her söylediğini dikkatle dinler ve üstüne bir sürü soru sorardı. Oysa dün akşam kaleye döndüğünde sanki dinlemiyor gibiydi, aklı başka bir yerdeymiş gibi. Yolculukta neler yaşandığını çok merak ediyordu ve bunu Daniel'a mutlaka soracaktı. "Acemi askerlerde Peter vardı. Ben yokken gelişme kaydettiğini umuyorum." Donald liderinin sesiyle kendine keldi ve boğazını temizleyerek konuşmaya başladı. "Çok fazla ilerleme kaydetti. Sen de göreceksin Alec, bu çocukta işlenmemiş bir cevher var. Geleli çok olmamasına rağmen hiçbir acemi asker onunla baş edemiyor." Alec onaylarcasına başını salladı. Hala kendini tam olarak işlerine veremiyordu. Şu an talim yapan askerlerine bakarken bile Elizabeth'e onu önemsemediğini söylediği zaman gözlerinde beliren acıyı unutamıyordu. Onu ağlatmıştı! Kendisinden nefret ederek eliyle burun kemerini sıktı. Lanet olsun hala onu düşünüyordu. Dün akşamdan beri aklından çıkmıyordu. Ian'la klanları birbirine çok yakındı ve Elizabeth'in yakınında olup onu görememek, gidip ona sarılamamak çok gücüne gidiyordu. Söylediği an da dahil olmak üzere o cümleleri kurduğu için çok pişmandı. Lanet olsun işte kıza bağlanıyordu! Korktuğu tek şey bu değildi, Elizabeth de ona bağlanıyordu. Bunun sonu belliydi. O kimseyle evlenemezdi, evlenmeden de Elizabeth'le birlikte olamazdı. Elizabeth kendisinden çok daha iyilerini hak ediyordu. Kendisini inandırmaya çalıştığı tek şey buydu. Sevgi zayıflıktı, o hiç kimseyi sevemezdi, değer veremezdi. Hayatındaki değer verdiği tek kadın kız kardeşi Sophie'ydi. Daha fazla insana değer vermek daha fazla zayıflık ve bunun üstüne daha fazla düşünceydi. Klanının geleceğini de düşünmüştü. Vakti geldiğinde varisi için bir kadınla çocuğunu dünyaya getirmesi sebebiyle birlikte olacaktı. Bu da mümkün olduğu kadar geç olacaktı. O kadın da çocuğunun annesi olması ve temsili olarak karısı olması dışında bir vasfa sahip olmayacaktı. Zaten babasının başına gelenlerden sonra ileride karısı olacak olan kadına bağlanması saçmalıktan başka bir şey değildi. Bu düşünceleriyle on sekiz yaşındaki genç zamanlarına geri döndü.
Annesi babasının ve çocuklarının kollarından koparıldığında Alec on sekiz, Sophie ise on iki yaşındaydı. Annesi her zamanki gibi kalenin dışındaki kulübelere, köylülerin sorunlarını dinlemeye, onlarla sohbet etmeye gitmişti. Alec bu sırada babasının kumandanları tarafından acemi askerlerle birlikte eğitim alıyordu. Sophie ise annesinin, babasının düşüncelerini değiştirmesi sayesinde normalde sadece erkek çocuklarına verilen eğitimleri alıyordu. Babası, annesine o kadar aşıktı ki; hayatta yapmayacağı şeyleri karısı için yapıyordu. Annesi "Bir kadın dikim işlerini de, kitap okumayı da, piyano çalmayı da gerektiğinde savaşmayı da bilmelidir. Benim kızım öğrenebildiği her şeyi öğrenecek!" derdi hep. Alec'in de askeri eğitim dışında diğer eğitimleri almasını sağlamıştı. Hem de Alec'in asi kişiliğine rağmen. İşte bu düşüncelere sahip, güzel ruhlu annesi, kalenin dışına gittiği o gün bir daha asla geri dönemedi. O günden sonra da McAlister klanının geleceği ve kaderi tamamen değişmiş, köklü tarihlerinin en talihsiz zamanlarını yaşamışlardı. Haftalar süren sonuçsuz arama çalışmalarından ve o gün annesini gören köylülerle konuşulduktan sonra herkes ölüm sessizliğine bürünmüştü. Koskoca McAlister klanı, hanımını bulamıyordu. Babası ilk günlerde tepkilerini ve hislerini her ne kadar belli etmemeye çalışsa da, günler günleri kovaladığında Leydi McAlister bulunamadıkça perişanlığı gözle görülür hale geliyordu. Etrafa çaresizce emirler savuruyor, karısının bulunması için kendisi bizzat aramaya çıkıyor ve saatlerce gelmiyordu. Bu sırada Alec, Sophie'yi bu ortamdan uzak tutmaya çalışsa bile, annesinin yokluğu çocuğu sürekli ağlatıyordu. Üstüne bir de babasının zamanla çöküşü ve sağlığını yitirmesi Alec'le Sophie'yi iyice umutsuzluğa sürüklemişti. En sağlam kayaları bile yıkılıyorken onlar güçlü durmakta zorlanıyordu. Ama Alec inatla, her gün annesini arayan askerlere rağmen tek başına aramaya, bir iz bulmaya çalışıyordu. Annesinin kaybolmasından tam üç ay sonra, Alec'in annesini aramaya çıktığı bir gün, klanlarına bir saat uzaklıktaki bir derenin kenarında annesinin kaybolduğu gün giydiği lila elbisesinin bir parçasını buldu. Kanı hızla donarken, o çevreyi en az iki saat aradı ama elinde tuttuğu hem umut hem de umutsuzluk parçası olan kumaşla eve geri dönmüştü. Akşama doğru dönmesine rağmen kale avlusu kalabalıktı ve herkes avlunun ortasındaki bir şeyi çevrelemişti. Babasının feryat dolu haykırışını duyduğunda atından inip, kalabalığı hızla yarmış ve babasının yanına varmıştı. Elinde sıkı sıkı tuttuğu elbise parçası o anda elinden kayıp yere düşmüştü. Yerde, elbisesi yırtılmış, kanlar içinde kalmış, kıvırcık asi siyah saçları dağılmış, dudağının kenarından, burnundan akan kanı kurumuş, beyaz olan teni daha da beyazlayıp yer yer morlukları olan ve gözleri kapalı, hareketsiz bir şekilde babasının kucağında annesi yatıyordu. Sonrası Alec için saf bir acıydı. Kalbinin sızlaması asla durmamıştı. Sonradan, köylülerden birinin üzerinde bir notla klanlarının yakınındaki tarlalarda annesini bulduğunu öğrenmişti. Notta; "Siz bundan fazlasını hak ediyorsunuz. Fazlası da gelecek. Sevgiler. C." yazıyordu. Mektubu kimin yazdığını, bu korkunç cinayeti kimin işlediğini uzun süre bulamamışlardı. Ama sonuç ne olursa olsun güzel kalpli annesi katledilmişti ve bir daha geri gelmeyecekti. Cenazesi geleneklerine uygun bir şekilde gerçekleşmiş, klanlarında yas ilan edilmişti. Sophie sürekli ağlıyordu, Alec ise bir yandan onu teselli etmeye çalışıyor bir yandan da gittikçe sağlığını kaybeden, yatağından çıkamayacak hale gelen babasıyla ve onun klandaki işleriyle ilgileniyordu. Aynı zaman da bu kötülüğü yapan nottaki C harfini temsil eden p*çi arıyordu. Sadece askerlere emir vermekle kalmıyor bizzat kendisi bunu yapanların peşine düşüyordu. Kalenin güvenliğini arttırmış her şeyi, herkesi tek tek sorguluyordu. Ama çabası sonuçsuzdu. Hiçbir yere varamıyordu. Kendi kalp acısını ise bütün her şeyle ilgilenerek gidermeye çalışıyordu ama annesi her yerdeydi. Çocukluğunda, koştuğu çimenlerde, düştüğünde dizlerini kanattığı kalenin avlusunda, odasında, mutfakta... Annesi kalbinde yaşıyordu ve orada asla ölmeyecekti.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Hayallerin Yolculuğu ✨
Ficción históricaİngiltere'den İskoçya'ya uzanan bir hikaye.... Basit görünen bir karşılaşmadan sonra, her şeyi değiştiren yolculuk karşı konulmaz bir aşkın başlangıcı olacaktı. Üstü tozlarla örtülü olan sırlar, bu yolculukla bir bir gün yüzüne çıkacaktı. Suikastler...