Bölüm 11

669 65 15
                                    

Önceki bölümde...

Askerler Alec'in tam tersi bir şekilde ona daha yakın davranıyorlardı. Hazırladığı kahvaltılar ve öğle yemekleri için teşekkür bile etmeye başlamışlardı. Yemeklerde sohbet ediyorlardı ve biraz da olsa Elizabeth'in kafasını dağıtıyordu. Tek tesellisi ablasına kavuşmasına çok az kaldığını öğrenmesiydi. Alec'in somurtkan ve huysuz tavırlarının canı cehenneme! Yakında kendisinden kurtulacaktı. Bunun için kutlama yapabilirdi.

Alec, Elizabeth'le sadece gerektiğinde konuşmaya başladığı zaman duvarlarını tekrar örmüştü ve kendini güvende hissediyordu. Yolculuğun büyük bir bölümünü de bu şekilde atlatmayı başarmıştı. Başarmıştı çünkü onun için kolay olmamıştı. Özellikle Elizabeth'in ona bir kere kendine bağırılmasına izin verdiği ve artık vermeyeceğini söylediği anda takılıp kalıyordu. Kime izin vermişti? Ne olmuştu? Kızın bu kadar etkilendiği olay neydi? Bu soruları ona sormak için can atıyordu ama ayrıntılara girmesi, kendi duvarlarını yıkması demek oluyordu ve Alec kendini uzak tutmak için çok çaba göstermişti. Şimdi de sadece merakı için bunu yapamazdı. Onu en çok zorlayan geceleri çadıra gittiğinde -ki sadece konuşmamak için gitmeden hep Elizabeth'in uyumasını bekliyordu- onun kokusuyla baş etmekti. Onu kendine çekip sarılmak ve kokusunu içine çekmek istiyordu. Aynı ilk gece olduğu gibi. Kokusu üstüne sindiği gün gibi... Bu düşüncelerden kurtulmak istercesine gözlerini çadırın tavanına dikti. Günün doğmasına çok az kalmıştı, kız yanında uyuyordu. Başını tekrar kıza çevirdi. Yüzü kendisine dönüktü. Bir eli başının altında, diğer eli de Alec'e doğru uzanıyordu. Güneşten daha güzel olan saçları yastığına yayılmıştı ve sanki Alec onlara dokunsun diye daha da ışıldıyorlardı. Karşı koyamayıp bir elini kızın saçlarına götürdü. Bir tutamını parmaklarının arasına alıp okşadı, yumuşacıklardı. Hem de yolculuğun bu sert koşullarına rağmen. Kız suyu buz kadar soğuk olan sularda saçlarını yıkamak zorunda oluyordu ama ona rağmen pamuk gibiydi. Gözlerini kapatıp çadıra yayılan kokusunu içine çekti. Son birkaç günleriydi. İçini çekti ve günün ilk ışıkları görünmeye başladığında her zamanki gibi kendini zorlayarak çadırdan çıktı.

       Elizabeth gözlerini hafifçe araladığında her zamanki gibi yanı boştu. Alec gitmişti. Artık alışmış olması gerekiyordu fakat her sabah onu yanında aramaktan vazgeçmiyordu. İflah olmaz bir insandı! Artık kendine kızamıyordu bile. Elbisesini ve saçlarını düzeltebildiği kadar düzeltti. Başını eğip, gerinerek çadırdan çıktı. Askerler eşyalarını topluyorlardı. "Günaydın beyler!" Gülümseyerek temiz havayı içine çekti. Askerler de ona başlarıyla selam verdiler ve gülümsediler. İleri doğru bir adım attığında sol ayağı hafif sızladı. Hala tam olarak iyileşmemişti ve çok fazla yüklenmemesi gerekiyordu. Yüzünü yıkamak için dün keşfettiği dereye yönelirken askerlere de nereye gittiğini haber verdi. Bir yandan da Alec'in nerede olduğunu, yine nereye gittiğini merak ediyordu. Her sabah bu böyleydi. Gündüzleri yolculuk yaparken de mecbur olmadıkça konuşmuyordu. Geceleri ise Elizabeth onun geldiğini fark etmiyordu bile. Kendisi uyuduktan sonra gelip, sabah da o uyanmadan gidiyordu. Bu her seferinde kalbini kırıyordu. Derenin kenarına geldiğinde mendilini ıslatarak boynuna, göğüslerine sürdü ve yüzünü yıkadı. Yakında yine yıkanması gerekecekti. Derede yıkanmayı hiç sevmiyordu. Askerlerin onun güvenliğini sağladığını bildiği halde geriliyordu ve kendini savunmasız hissediyordu. Mendili iki eline alıp döndürerek suyunu sıktı. Ağırlığını sağ ayağına verdi ve eliyle oturduğu kayadan destek alarak ayağa kalktı. Ayağa kalkmasıyla çalılıkların arasında metalin metale sürtmesine benzer bir ses duydu. Elini korkuyla göğsüne doğru götürdü, diğer eliyse hemen pelerininin cebindeki kamasına gitti. Metal sesleri kendisinden uzaklaşıyordu şimdi fakat kamp yaptıkları alana doğru yaklaşıyordu. Bunu anlayabiliyordu. Sakin olmaya çalıştı. Belki de Alec'in askerleri onun iyi olup olmadığını anlamak için gelmiş, bir sorun olmadığını anlayınca da rahatsız etmeden geri dönmüşlerdi. Kalbi göğüs kafesini zorlarcasına hızlı hızlı atıyordu. Mümkün olduğu kadar sessizce kamp alanına yaklaşmaya başladı. Yakınlaştıkça metalin metale çarpan güçlü sesine askerlerin naralarının da karıştığını duydu. Elizabeth artık sakin olamıyordu. Hızla kamp alanına doğru koştu ve açıklığa girmeden önce bir ağacın arkasında durdu. Alec'in, Daniel'ın, Leonard'ın, Arthur'un, Crispin'in ve Dylan'ın savaşmakta olduğunu gördü! Saldıranlar en az on kişilerdi. Aman Tanrım, bir şeyler yapmalıydı. Sayı olarak çok fazlalardı. Alec'in bağırarak bir adamın karnına kılıcını saplayıp, aynı hızda geri çıkardığını gördü. Midesi bulandı, elini ağzına götürdü. Diğer askerlere bakınca onların da aynı soğukkanlılıkla haydutları öldürdüğünü gördü. Haydutların, Alec ve askerlerine üçer üçer saldırdığını fark etti. Olamaz! Bir haydut Dylan'ın arkasından sinsice yaklaşıyordu! Bir şey yapması lazımdı, onu durdurması gerekiyordu! Dylan'a bir zarar gelmesine izin veremezdi. Kamasını hızlıca kınından çıkardı ve korkusuzca açık alana daldı. Kamasını hiç düşünmeden, kılıcını Dylan'ın sırtına saplamayı hedef alan haydutun arkasına sapladı. Dylan yanına doğru düşen haydutu görünce şaşırarak arkasına baktı. Ulu Tanrı! Karşısında yüzü bembeyaz olmuş bir şekilde Leydi Elizabeth duruyordu. Hemen elinde tuttuğu kana bulanmış kamayı fark etti. Daha önce biri ona söylese asla inanmayacağı şey olmuştu: Bir İngiliz leydisi onun hayatını kurtarmıştı! Bunu sonra düşünmeliydi, önce leydinin güvenliğini sağlamalıydı. Onu uzaklaştırmak için hamle yaptığında artık çok geçti.

      Elizabeth ne olduğunu anlayamadan biri tarafından çekilmişti. Panikle kim olduğunu anlamak için yüzüne baktı. Bu haydutlardan birisiydi! Ve çok pis kokuyordu. Boğazına değen bir soğukluk hissetti. Pes etmeyecekti. Hızlıca kamasına bakındı ama hiçbir yerde göremedi. Elinden düşürmüştü! Paniklememeye çalışsa bile işe yaramıyordu, kendini savunacak hiçbir şeyi yoktu. Gözlerini yukarı doğru kaldırdığında kamp alanları ölü haydutlarla doluydu. Alec ve askerleri kendisine doğru yürüyorlardı şimdi. Tanrı'ya şükür hiçbirine bir şey olmamıştı. Gözünün ucuyla bir tanesinin ormanın derinliklerine doğru kaçtığını gördü. "Alec!" Ağzı cümlesini tamamlayamadan kapandı. "Sakın yaklaşmaya çalışmayın. Yoksa bu sürtüğü öldürürüm!" Elizabeth kendisine söylediği o korkunç kelimeyi duyunca, boğazındaki hançeri, korkusunu, durumunu unutup hırsla haydutun ayağına bastı. Adam irkilerek elini ağzından çekti ve ona baktı. "Rahat dur seni o***pu!" dedi ve boğazındaki hançeri biraz daha bastırıp bir eliyle de belinden tutarak kendine yapıştırdı kızı. Elizabeth panik ve korkuyla Alec'e baktı. Adamın ona dokunmasından iğreniyordu. Ama Alec ona bakmıyordu. Çünkü Elizabeth'in korkusunu görürse adamın üstüne atlayacaktı ve bu arada kızın zarar görmesini istemiyordu. Ona bir şey olursa... Dylan'a başıyla işaret etti. O ne yapacağını biliyordu ama önce Alec o p*çi oyalamalıydı. "Hemen bırak onu! Yoksa sana bu dünyada cehennemi yaşatırım." Bu cümleyi sakince söylemişti. "Ne o, sürtüğünü çok sevmiyorsun herhalde? Ya da sıkıldın mı ondan yoksa? Benim hissettiğim kadarıyla işe yarar." Elini Elizabeth'in belinde aşağı yukarı gezdirdi. Elizabeth tiksintiyle ondan kurtulmaya çalıştı. Alec niye bir şeyler yapmıyordu? Ondan bu kadar mı nefret ediyordu? "Yoksa benim dokunuşumdan hoşlanmadın mı?" Bu cümlesinden sonra Elizabeth serbest kaldı. Hemen ileri kaçarak arkasına baktı. Göğsü yaşadığı korkuyla hızla inip kalkıyordu. Dylan haydutu yere yatırmıştı, adam da o sırada kurtulmak için çabalıyordu. "Hepinizin sonu gelecek! Bu daha başlangıç! Var olan her bir McAlister tek tek, acıyla ölece-" Dylan'ın suratına yumruk atmasıyla adamın sesi kesildi. Elizabeth'in elleri istemsizce titriyordu. Alec'e baktı. Alec yerde yatan hayduta doğru ilerledi. "Onu bana bırakın ve Elizabeth'i buradan uzaklaştırın!" Elizabeth askerler tarafından çekildiğini hissetti ve mücadele etmedi.

       Alec onu öldürecekti. Mümkün olabileceği şekilde acıyla. Elizabeth'i o savaş alanında görünce neye uğradığını şaşırmıştı. Savaşırken de Elizabeth'in oraya gelmemesi için hiç yapmadığı şeyi yapıp dua etmişti. Ne diye kendini ortaya atıyordu? Ne kadar tehlikeli olduğunu anlayamıyor muydu? O p*ç ona dokunduğunda içinde büyük bir yangın alevlenmişti. Adamın bütün kemiklerini etlerinden ayıracaktı. Ölene kadar ona bu dünyadaki bütün acıları tattıracaktı. Elizabeth'e dokunmanın cezasını çok ağır ödeyecekti. Çünkü az önce belki de dünyada yapması gereken en son şeyi yapmıştı.

Hayallerin Yolculuğu ✨Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin