Merhaba güzel okuyucularım! 🌸 Bu bölümde bizi neler bekliyor bakalım? İşler gittikçe karışacak gibi duruyor... 🙊 Düşüncelerinizi yorumlarda bekliyorum. Yorucu geçen bir haftanın son iş gününde umarım hafta sonunuz pamuk şekeri gibi geçer! 💓🍥 İyi okumalar, haftaya görüşmek üzere! 🍭
Önceki bölümde...
"Eğer biraz daha bağıracak olursan o dilini keseceğim Campbell! Ben senin askerin değilim ve seni öldürmekten de çekinmem! Çıkarlarımız için birlikteyiz bunu unutma. Bana hesap soracağına sen söyle bakalım! Senin kızının da şimdiye dek gelmesi gerekiyordu. Nerede kaldı? Nerede Alec McAlister'ın ölüsü? Sanki tam olarak onun ölüsünü buraya getireceğini söylemişti değil mi?" Campbell'ın sessizliğini koruması karşısında onu alt ettiğini bilerek devam etti. "Ayrıca lanet olası bir İskoç kurdunun saldırısına uğrayan da sen değilsin!" Elini sinirle hala sızlayan yarasına götürdü. "Bunun dikilmesi gerekiyor. Victoria'yı çağırda bir baksın." Campbell bu cümlelerin arkasından kendisini sakinleşmeye zorladı ve makul olmak için çaba sarf ederek ses tonunu düşürdü. "Tamam. Gidip onu getireceğim." Yukarı çıkamadan Richard'ın sesi bir kez daha duyuldu. "Savaş planını yapıp en yakın zamanda saldıracağız. Bugün yaktığımız köyler gibi onların sahip olduğu her şeyi yakıp yok edeceğiz."
Elizabeth çok uzun bir aradan sonra huzurlu bir uykunun içinde kendini kaybetmişken boynunda hissettiği minik baskılarla gözlerini araladı. Etraf karanlıktı, bu yüzden gözleri acımamıştı. Ama perdelerin arkasından içeri sızan ışıktan güneşin doğduğunu anlayabiliyordu. Aniden korkarak doğruldu ve belini saran koldan kurtulmaya çalışarak çırpındı. "Dur! Elizabeth dur!" Kendisine güven veren bu kalın ve tok sesi duyduğunda kafasını çevirdi ve Alec'in endişeli yüzünü gördü. Kalbi hala deli gibi atarken derin bir nefes aldı. Alec de doğrularak Elizabeth'i belinden tekrar tutarak kendisine çekti ve sarıldı. "Çok özür dilerim güzelim. Özür dilerim... Sana bunları yaşatmak istemezdim." Alec'in kulağına fısıldayarak söylediği bu sözleri duymuyordu aslında. Yaşadığı dehşetin içinden çıkmasına sebep olan şey onun güven veren ses tonuydu. Alec, Elizabeth'in sesi çıkmayınca tekrar konuşmaya başladı. "Artık yola çıkmamız gerektiği için seni uyandırmalıydım. Ben de bu şekilde uyandırmak istemiştim. Özür dilerim..." Elizabeth kendine gelip onun söylediklerini anladığında geri çekilerek karanlığa alışan gözleriyle Alec'in yüzüne baktı. Ellerini onun sakallarında gezdirerek okşadı. "Özür dilemeni istemiyorum. Bütün bu olanlar senin suçun değil." Gözlerini kaçırdı. "Sadece yaşadıklarımı unutması ve atlatması kolay şeyler değildi." Alec'in dudaklarına minik bir buse kondurdu. Alec de onun uzaklaşmasına izin vermeden bu öpücüğü derinleştirerek Elizabeth'in kalbini titretti. Daha sonra burnunu Elizabeth'in burnuna dayayarak fısıldadı. "Sana her şeyi unutturacağım sevgilim..." Derin bir iç çekti. "Gitmemiz gerekiyor." Ellerini zor da olsa Elizabeth'in üzerinden çekerek ayaklarını yataktan sarkıttı ve pantolonunu hızla çıkardı. Elizabeth ise bu görüntü karşısında kızararak tekrar yatağa uzandı ve yorganı burnunun üzerine kadar çekti. "Biraz daha uyumak istiyorum!" Onun bu tatlı huysuzluğu Alec'i gülümsetti. Giydiği pantolonunun düğmesini kapatarak eline gömleğini aldı ve Elizabeth'e döndü. Adeleli kasları dalgalanarak adeta varlığını ispat ediyordu. Elizabeth parmaklarını onun göğsünde gezdirmemek için kendisini çok zor tutuyordu. Alec gömleğinin son düğmesini de ilikleyip cekedini giydi. Yatağın etrafından dolanıp Elizabeth'in yanına geldi. Eğilerek saçlarının kokusunu içine çekerek öptü. Sonra onun kulağına eğildi. "Eğer on dakika içinde dışarda olmazsan güzelim, geceliğini çıkartıp giyinmene yardımcı olmaktan zevk duyacağım." Geri çekilerek göz kırptı ve odadan çıktı. Elizabeth onun söylediğini gerçekten yapacağını bildiği için yorganı hızla üzerinden attı ve kıyafetlerini değiştirdi. Aynanın karşısına geçerek kirlenmiş saçlarını hızlı bir şekilde topuz yaptı. Pelerinini üzerine geçirerek önden bağladı. Yatağı da çabuk bir şekilde toplayarak dışarı çıktı. Çıkar çıkmaz da ortalıkta koşuşturan Margaret'ı gördü. Margaret da onu görür görmez durdu ve eğilerek selam verdi. "Ah lütfen resmiyete gerek yok. Günaydın! Dün teşekkür etme şansım olmadı. Yemekler çok lezzetliydi, ellerinize sağlık. Bir de bizi evinizde ağırladınız. Oğlunuz olmasaydı Alec'i asla bulamayacaktım. Tekrar çok teşekkür ederim. Umarım daha güzel zamanlarda da karşılaşma şansımız olur." Margaret leydinin bu mütevazi konuşmasından etkilenerek ne diyeceğini bilememişti. Anladığı kadarıyla leydi efendisi için önemli biriydi. Belki de ileride Leydi McAlister olacaktı. Dün oğlundan öğrendiği kadarıyla bu leydi İngiliz'di. Michael da aksanından anlamıştı. İngiliz birinin klanlarının leydisi olmasını asla istemezdi. Ama bu leydi bir İngiliz gibi konuşsa da bir İngiliz gibi davranmıyordu. Düşüncelerinde kaybolduğundan leydiye cevap vermediğini fark ederek kendisine kızdı. "Ne teşekkürü leydim! Sizi evimizde ağırlamak bizim için bir onurdur. Efendimizin önem verdiği herkes bizim dostumuzdur. Yolculuğunuz için bir şeyler hazırlıyordum. İzninizle siz gitmeden onları tamamlayabilir miyim?" Elizabeth mahcup bir şekilde konuştu. "Ne kadar düşüncesizim! Size yardım etmeme izin verin lütfen!" Margaret bir kez daha şaşırdı ve istemsizce büyüyen gözleriyle kalakaldı. "Olur mu Leydi Elizabeth! Asla böyle bir şeye izin veremem! İzninizle..." Başını hızla sağa sola sallayarak uzaklaştığında Elizabeth de aynı şaşkınlıkla Margaret'ın gidişini izledi. Yanlış bir şey mi yapmıştı acaba? Bunun üzerine düşünemeden dışarıdan duyduğu öfkeli bir kadın sesi dikkatini çekti ve dikkati dağılarak kapıya doğru yönelip bahçeye çıktı. Alec'le oldukça öfkeli görünen bir kadın tartışıyor gibilerdi. Aslında kadın tartışıyordu. Alec ise ifadesiz bir yüzle kadına boş boş bakıyordu. "Ağzını ve ellerini bağlayın. Bir şeyler atıştırıp hemen yola çıkacağız." Elizabeth kadının itiraz etmesine fırsat vermeden ilerleyerek Alec'in yanında durdu. Kısık sesle sadece onun duyabileceği şekilde konuştu. "Ne oluyor Alec? Neden bu kadını bağlamak istiyorsun?" Alec onun işine karışmasından memnun olmasa da Elizabeth'i biraz uzağa çekerek durumu açıkladı. "Ne o McAlister, yoksa çok sevgili leydin senin benimle yaşadığın o tutkulu geceleri duymaktan hoşlanmadı mı?" Elizabeth bahçede yankılanan bu cümleyi duyduğunda kaşları sinirle çatıldı ve bakışları Alec ve kadın arasında giderken hayal kırıklığını gizleyemedi.
James Lawrence ve Ian McLeod sabahın ilk ışıklarında uyanmış ve yola düşmüşlerdi. Saatlerdir de bu bitmek bilmeyen engebeli yolda gidiyor, bir iz bulmaya çalışıyorlardı. Buldukları tek iz olan topraktaki kan ise onlara umutsuzluktan başka bir şey vermiyordu. James hüsrana uğramışlığını içinde saklamaya çalışırken atının dizginlerini tutan ellerini sinirle sıkıyordu. Küçük kızı şimdi ne hallerdeydi acaba? Neyle mücadele edip kimlerle savaşıyordu? O kadar öfkeliydi ki ne yapacağını şaşırmıştı. Umut ve sevinçle çıktığı bu yolculukta böyle bir şeyle karşılaşacağını asla tahmin etmezdi. Kendisi bu haldeyse sevgili karısı ne durumdaydı kim bilir? Henüz iyileşmekte olan Jennifer ise yeni doğan bebeğinin sevincini yaşayamamıştı bile. Aynı şekilde James ve Gillian da... Yanında Elizabeth'i bulmak için en az kendisi kadar uğraşan damadı ise bir günlük bebeğini bırakmak zorunda kalmıştı. Çatılı olan kaşları daha da çatılarak Ian'a döndü ve atını yavaşlattı. Kızının kaçırılmasının sorumlusunun Ian olmadığını kendine hatırlatarak konuştu. "Ian bakabileceğimiz nereler kaldı? Alanı daraltmadık mı yeterince?" Ian can sıkıntısıyla iç çekerek atını yavaşlattı. "Haddinden fazla daralttık. Bu benim canımı sıkıyor. Bu önümüzdeki tepeyi de aştıktan sonra herhangi bir iz bulamazsak bizim sınırlarımızı geçmişler demektir." Umutsuzluk her ikisini de ele geçirdiğinde arkasındaki adamları da yavaşlamıştı. Önlerinde aşılacak bir tepeleri daha olsa da herkesin içi simsiyah bulutlarla dolmuştu. "Efendim! Sesler duyuyorum. Yaklaşan bir grup atlı var. Nal seslerini duyabilirsiniz!" Ian'ın kumandanı Alex'in sesi herkesin dürtülerini ayaklandırarak kılıçlarını kuşanmalarını sağladı. Kimse saklanmıyor, aksine savaşa hazırlanıyordu.
Sophie sabah Jennifer'ın yatağının yanındaki çok da rahat olmayan tekli koltuktan gerinerek kalktığında bebekle ikisinin uyuduğunu gördü ve buna çok mutlu oldu. Çünkü bebek gece boyunca en az beş defa uyanmıştı ve Jennifer da uyanıp onu emzirmişti. Jennifer'ın yüzüne bakmak bile onun yıpranmışlığını anlamak için yeterliydi. Bir de diğer olaylar vardı. İçini üzüntü ve sıkıntıyla çektiğinde kapı açıldı. Gillian kapının arkasında göründüğünde onun da yüzünün Jennifer'dan farkı yoktu. "Günaydın." Sanki gece hiç uyumamış gibiydi. Sophie onu anlıyordu... Ya da anlamaya çalışıyordu. Gillian'ın kızlarının etrafında nasıl dönüp durduğunu gördükçe içinde bir yerler acıyordu. Annesi hayatta olsaydı her şey nasıl olurdu acaba? Dikkatini olduğu ana vermeye çalışarak üzüntüsünü yarım bir gülüşün arkasına saklamaya çalıştı "Günaydın Leydi Gillian. Hiç endişelenmeyin, Jennifer ve bebeği gayet güzel bir gece geçirdi. Sadece minik beyefendi karnı acıktığı için uyanıp durdu." Gillian şefkatle kendi kolunu okşadığında Sophie ilk başta irkilse de bu dokunuşu yadırgamadı. "Olabildiğince güzel bir gece geçirdiklerine eminim. Sen yanlarındaydın. Teşekkür ederim Sophie. Kızlarım senin gibi bir kız kardeşe daha sahip oldukları için çok şanslılar." Sophie duyduğu bu cümleler karşısında gözlerinin dolmasını engelleyemedi. Ama kendini toparlayarak içten bir şekilde gülümsedi. "Ah iyi ki varsınız Leydi Gillian." Gillian kollarını açarak Sophie'ye sarıldı ve kulağına fısıldadı. "Bana Gillian diyebilirsin, resmiyete hiç gerek yok. Sen de benim kızımsın ve eminim ki annen bugünleri görseydi seninle gurur duyardı. Sophie, Gillan'a sarıldığı bir elinin tersiyle akan gözyaşını silerek içini çekti. "Çok teşekkür ederim. İyi ki sizinle yollarımız kesişmiş." Birbirlerinden ayrıldıklarında ikisi de oldukça duygulanmışlardı. "Hadi şimdi sen gidip güzelce kahvaltını yap. Ben buradayım." Sophie'nin itiraz etmek üzere olduğunu fark eden Gillian ellerini havaya kaldırdı. "Hadi çocuğum, daha fazla ses yapmayalım. Şimdi sen gidiyorsun." Elleriyle Sophie'ye arkasını döndürdü ve sırtından itekleyerek dışarı çıkardı. Kapıyı da ardından hemen kapatınca Sophie olduğu yerde kaldı. "O suratının hali ne senin?" Bir anda duyduğu sesle yerinden sıçrayan Sophie öfkeyle kendisine şaşkınca bakan Daniel'a döndü. "Acaba sen beni korkudan öldürmeye falan çalışıyor olabilir misin?" Daniel'ın gülüşü iyice sinirlerini bozduğunda hızlı ve sert adımlarla koridorda yürümeye başladı. Daniel hemen yerine geçmesi için iki askere işaret ederek Sophie'nin arkasından ilerledi. "Dur, tamam sinirlenme!" Merdivenlerin başına geldiklerinde Sophie tam yine öfkeyle konuşacakken bir asker yanlarına doğru koşturdu. "Kumandanım bekleyin! Sınırlarımızda evleri yanan insanlarımız geldi. Yanlarında esir aldıkları asker de var. Sorgulamak için sizi toplantı salonunda bekliyorlar." Daniel'ın muzip yüz ifadesi anında kan donduran tehlikeli bir öfkeye dönüştü. "Leydi Sophie'ye eşlik edeceksin. Ben gelene kadar da yanından ayrılmayacaksın." Asker hızlı bir baş onayı verdiğinde Daniel merdivenleri ikişer ikişer inmeye başlamıştı bile. Sophie tek kelime edemeden öylece kalakaldı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Hayallerin Yolculuğu ✨
Historical Fictionİngiltere'den İskoçya'ya uzanan bir hikaye.... Basit görünen bir karşılaşmadan sonra, her şeyi değiştiren yolculuk karşı konulmaz bir aşkın başlangıcı olacaktı. Üstü tozlarla örtülü olan sırlar, bu yolculukla bir bir gün yüzüne çıkacaktı. Suikastler...