Merhaba, öncelikle bu saate kadar yayımlayamadığım için özür dilerim. Bazı sağlık problemlerim oldu ve az önce bölümü tamamlayabildim. O yüzden bu kadar geçe bırakmak zorunda kaldım. Bakalım bakalım neler olacak? Değişik işler oluyor ve bu işler hiç güzel şeylere benzemiyor. Tekrar hatırlatmak istiyorum. Yorumlarınız benim için çok değerli. Lütfen okuduğunuzda düşüncelerinizi belirtmekten hiç çekinmeyin. Sizi seviyorum! İyi okumalar, iyi geceler. Haftaya görüşmek üzere!
Önceki bölümde...
Aniden açılan kapı Sophie'nin düşüncelerini böldüğünde üçü de sıçradı ve bebek çarpan kapının duvara çarpmasıyla irkilerek ağlamaya başladı. Hepsi korkuyla kapıya baktığında Daniel ve Brandon kapıda göründü. "Böyle bir şekilde içeri girerek ne yaptığınızı düşünüyorsunuz acaba!" Jennifer bebeği sakinleştirmeye çalışırken Sophie'nin ağzından da sinirle bu kelimeler dökülmüştü. Gillian onu sakinleştirmek istercesine elini Sophie'nin koluna koydu. "Dur çocuğum!" İki kumandan da bu cümleleri duymamış gibilerdi. "Tepeden aşağı inen atlılar görüldü. Buraya doğru ilerliyorlar! Hepinizin bir odada olması işimizi kolaylaştıracaktır. Lütfen bizimle leydimizin odasına gelir misiniz?"
Alec, Ian ve James'in önderliğinde son hız bayır aşağı inen ve McLeod klanına yönelen grup klanda bir hareketliliğe sebep olmuştu. O kadar uzaktan kimin geldiğini elbette ki seçememişlerdi. Bu yüzden de hazırlıklı olmalıydılar. Askerler kalenin iç avlusunda ve dışında konuşlanmış gelen gruba hazır bir şekilde bekliyordu. Daniel ve Ian'ın diğer kumandanları kalenin dışındaki asker grubunun önünde kılıçları elinde cesurca bekliyordu. Hepsinin kaşları çatıktı ve acımasızlık gözlerinden okunuyordu. Hepsi öğrendikleri karşısında öfkeyle dolmuş gelenlerden bunun öcünü almak için sabırsızlanıyorlardı. Çünkü gelen düşmanları Campbell ve Richard'ın askerlerinden başkası olamazdı. Sadece bu kadar küçük bir grubu onları şaşırtmak için kullandıklarını düşündüklerinden kalenin bütün çevresine askerler yerleştirilmişti. Köylüleri de koruma altına almışlardı. Sınırdan gelen köyleri yok olmuş insanları da boş kulübelere yerleştirmişlerdi. Leydiler ise liderlerinin ve Leydi Jennifer'ın odasındalardı. Tabi ki kapıda bir sürü asker onların güvenliğini sağlamak için bekliyordu. Gelenlerin düşman olmadığını ilk fark eden Daniel oldu. Yanındaki Brandon'u dürterek güldü. "Galiba boşuna hazırlanmışız." Kılıcını kınına koyarak askerlere dağılabilecekleri emrini verdi. Askerler başını çevirip Brandon'a bıraktıklarında Brandon gelenleri seçemese de başıyla onayladı ve herkes kafa karışıklığıyla dağılmaya başladı. Daniel'ın keskin gözleri kendi ve McLeod klanlarının rengini seçmişti. Bir askeri, leydilere acil bir şekilde aşağı inmeleri gerektiğini söylemesi için görevlendirdi. Az sonra ya iyi bir haber alacaklardı ya da kötü bir şeyler duyacaklardı. Daniel bunu biliyordu. Ama içindeki gülümsemesine sebep olan umut yerli yerinde duruyordu. Gelişlerinden bile bu hissedilebiliyordu. Artık seçilebilecek kadar yakına geldiklerinde Daniel liderini gözleriyle seçti ve derin bir nefes aldı. Liderinin önünde oturan kadın da Leydi Elizabeth'den başkası olamazdı! Günler sonra efendisini görebilmek Daniel'ı inanılmaz rahatlatmıştı. Hızlı bir şekilde diğerlerini incelediğinde Ian Mcleod'u ve onun yanında da İngiliz giyimli askerleriyle onların liderini saptadı. James Lawrence bu olmalıydı demek ki... Klanlarının hala devam etmesinde büyük rol oynayan ve efendilerini kurtaran o İngiliz adam... İngiliz olan her şeyden nefret ederek büyümüşlerdi ama, hayat onları çok güzel şaşırtmıştı. Çünkü Kont'a ve ailesine derinden bir sevgi ve saygı besliyorlardı. Yaklaşan nal sesleri kalenin yavaş yavaş açılan dış kapısının önünde kesildiğinde Daniel ve McLeod kumandanları gelenelerin etrafını sevinç naraları atarak çevreledi. Görüldüğü kadarıyla herkes sağlam ve iyiydi. Atından ilk atlayan James oldu. Hemen kızının yanına giderek ellerini uzattı ve Alec'e ters bir bakış atarak onun inmesine yardım etti. "Gel kızım..." Elizabeth de babasına yaslanarak aşağı indi ve indiği yeri genişleten askerlere gülümsedi. "Leydim! Hoş geldiniz! Sizi görmek çok güzel!" James kaşlarını çatarak Daniel'a baktı. "Ben de seni gördüğüm için çok mutluyum Daniel! Teşekkür ederim. Umarım böylesi bir durumdan daha başka şartlarda mutlu oluruz." Daniel, Leydi Elizabeth'in böylesi bir durumda bile şaka yapıyor oluşuna hayranlık duydu. "Babacığım, Daniel Alec'in kumandanlarından biri." O sırada Alec ve Ian da atlarından inmişti. Ian, Brandon'la yokluğunda olanları konuşmaya başladığında Alec de onların yanına ilerledi. "Efendim hoş geldiniz!" James bir baş selamı vererek Elizabeth'in elinden tuttu ve kalenin kapısından geçerek içeri girdi. Alec, Ian ve kumandanlarıyla bir yandan konuşarak bir yandan da onların peşinden yürüyerek içeri girdiler. Alec içeri girmeden bir an durdu ve yanlarında yürüyen Alex ve Lancelot'a emir verdi. "Kadını zindanlara atın. Onunla daha sonra ilgileneceğiz." Sonra yürümeye devam etti. Kalenin avlusu klan halkı ve askerleriyle doluydu. Liderlerini ve Leydi Elizabeth'i gördükçe herkes sevinç naraları atıyordu. Elizabeth ise onların bu sevgi gösterilerine gözleri ışıldar şekilde gülümseyerek karşılık veriyordu. Kafasını tekrar önüne çevirdiğinde kalenin merdivenlerinin başında annesini gördü. Gördüğü anda gözlerinin içi gözyaşlarıyla parladı. Babasının elini bıraktığında kalenin merdivenlerine giden yol sihirli bir şekilde açıldı. Elleriyle eteklerinin kenarlarını tutarak havaya kaldırdı ve koşmaya başladı. Annesi de aynı şekilde eteklerini tutarak merdivenden inmeye başladı. Sonunda birbirlerine ulaşıp sarıldıklarında annesi saçlarını öpmeye başladı. "Ah güzel Lizzie'm! Güzel kızım!" Bir yandan da kızının saçlarını okşuyordu. "Tanrı'ya şükür, seni bana bağışladı." Gillian da gözyaşlarına hakim olamıyordu. İçinde hep kızına kavuşacağını biliyordu ama içindeki o korkunç ihtimal içini kemirmişti. Şimdi çok şükür ki kızına kavuşmuştu. Geri çekilerek kızının vücudunu inceledi baştan ayağa. Ellerine kollarına baktı, yüzünü inceledi. "Ah bir şeyin yok, iyisin!" Elizabeth elleriyle annesinin gözyaşlarını sildi. "İyiyim anneciğim, çok iyiyim! Seni çok özledim!" Gillian kızını tekrar kollarına alarak sarıldığında James de yanlarına geldi. Karısının belini okşayarak yanında olduğunu hissettirdi. Gillian kızını serbest bırakarak kocasına döndü ve onun kollarına sığındı. "Kızımı bana getirdin James!" James karısının saçlarını okşarken konuştu. "Kızımızı bize getiren Alec'di." Alec, James'in arkasında Ian'la hararetli bir şekilde konuşuyordu. Gillian onu fark ettiğinde kocasının kollarından kurtularak ikisinin konuşmasını böldü ve Alec'e bir anne edasıyla sarıldı. "Oğlum, teşekkür ederim! Sen olmasaydın kızımı belki de bir daha hiç göremeyecektim!" Alec afallayarak ne yapacağını bilemedi. Elizabeth'i saymazsa böylesi şefkatli bir şekilde ne zaman kucaklandığını hatırlayamadı. Böyle şeylere alışık da değildi. Elizabeth annesinin arkasından sevgiyle gülümseyerek havada kalan elini yönlendirmesi için cesaret verircesine gülümsedi. Alec de elini Gillian'ın sırtına indirdi ve hafifçe okşadı. "Yapmam gerekenden daha fazlasını yapmadım. Ve bana teşekkür etmenize gerek yok Leydi Gillian." Gillian sert bir şekilde Alec'in sırtına vurduğunda Daniel gülüşünü belli etmemek için arkasını döndü. Ian öksürür gibi yaptı. Elizabeth'in gözleri büyüdü. James ise sağlam bir kahkaha atmaktan çekinmedi. Gillian geri çekilerek konuştu. "Benimle böyle resmi konuşmayacaksın McAlister! Tamam mı?" Alec'in gözleri hala şaşkın şaşkın bakıyordu. "James'e nasıl ismiyle hitap ediyorsan bana da öyle sesleneceksin. Sen bizim ailemizsin oğlum." Gillian'ın sesi son cümlelere doğru kısılmış ve titremişti. Alec ise şaşkınlığından kurtulmuş, yüreğinin en derinlerinde bir annenin şefkatini çok uzun zamandır almamış olmasının verdiği hüzünle gözlerini Gillian'ın yüzünden çevirdi. Tarif edemediği, üstü tozla kaplı bu duygular kendisini savunmasız hissettiriyor ve ne yapacağını bilemiyordu. Her şey değişmişti ve değişmeye devam ediyordu. Her şey de Elizabeth'e bağlanıyordu. James'le yıllar önce yolları kesişmese Elizabeth'i tanıma şansı asla almazdı. Derin bir nefes alarak kendisini toparladı. "Siz nasıl isterseniz..." Gillian keyifle gülümsedi ve Alec'in kolunu okşayarak tekrar kızına döndü. Tam o sırada Sophie koşturarak merdivenlerin başında göründü. Abisini görünce tek kelime etmeden merdivenleri indi ve abisinin kollarına atıldı. "Abiciğim!" Alec kardeşinin bu ani sevgi gösterisi karşısında ikinci kere afalladı. "Seni bir daha göremeyeceğim diye çok korktum." Alec kardeşinin sarılışına içtenlikle karşılık vererek saçlarını okşadı. "Seni yalnız bırakıp gideceğimi nasıl düşünürsün küçük cadı?" Sophie gözyaşlarının arasında kıkırdayarak geri çekildi. "Eğer bir daha bana haber vermeden bu kadar uzun süre ortalıkta gözükmezsen çok sinirleneceğim. Sinirlenirsem de neler olabileceğini biliyorsun abicim." Alec elini onun kafasının üstüne koyarak saçlarını karıştırdı. Gillian da onların bu hallerine güldü. "Hadi içeri girelim! İçeride konuşuruz, dışarısı gittikçe soğuyor." Merdivenleri kol kola çıktılar. Arkalarından James, Ian, Sophie ve Alec yürümeye devam etti. Kalenin ana kapısından girerek sahanlığa çıktılar. Sahanlıktan ana salona açılan dönemece geldiklerinde Gillian ağır kapıyı iterek açtı. "Sana minik bir sürprizimiz var!" Elizabeth içeri adımını atar atmaz şöminenin önünde ablasını gördü. Onu saçlarından tanımıştı. "Jenny!" Ablası arkasını döndüğünde Elizabeth kucağındaki minik bedeni gördü. Adeta uçarak onların yanına geldi. Gözleri önce ablasının gözleriyle buluştu. Bu iki çift duygusal göz dolmaya başladığında Elizabeth gözlerini bebeğe çevirdi. Bebek ellerini oynatıp ağzıyla aranıyordu. Gözleri yarı kapalıydı. Uykuya dalmadan önce son anlarıydı. Diğerleri ise Elizabeth ve Jenny'yi kapıdan izliyorlardı. Ana salonda toplanmış bu güzel insanlar, yaşadıkları o özel anın etkisindeyken içlerinde en ufak bir kötü his ve düşünce yoktu. Ama kimse ertesi gün neler yaşanacağını bilmiyordu.
Victoria odasının kapısını yavaşça kapatıp içeri girdiğinde sinirle gözlerini devirdi. Richard ve Joseph saatlerdir salondaki masanın etrafında toplanmış plan yapıyorlardı. Bu kadar zor olan neydi acaba? Victoria asla onların seviyesine inmeyecekti. Sadece bekleyip ödülüne konacaktı. Pis işi ikisi hallederken, bu işin sonunda Victoria zaferinin tadını en kolay yoldan kazanacaktı. Aynası çatlak olan makyaj masasına oturarak masanın üzerindeki parfüm şişesini eline alıp çevirdi. Tehlikeli gülümsemesi aynada yansırken o da kendince planlarını yapmıştı. Savaşmaktan anlamazdı, o konuda yapacak bir şeyi yoktu. Ama yapabileceği şeyleri yapmak için de elinden gelen her şeyi yapacaktı. Victoria'nın planları aşağıdaki iki iri avanak adamın düşündüklerinden çok farklıydı. Parfüm şişesinin kapağını sıkıca kapatarak sandalyesinin arkasına astığı pelerininin iç cebine koydu. Diğer cebine ise küçük hançerini iliştirdi. Ayağa kalktı ve aşağı inmek için kapıya yöneldi. Tam o sırada kapı çalınmadan yavaşça açıldı. Victoria'nın gözleri şeytanice parıldadı. "Hoş geldin Samuel! Gel içeri..."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Hayallerin Yolculuğu ✨
Historical Fictionİngiltere'den İskoçya'ya uzanan bir hikaye.... Basit görünen bir karşılaşmadan sonra, her şeyi değiştiren yolculuk karşı konulmaz bir aşkın başlangıcı olacaktı. Üstü tozlarla örtülü olan sırlar, bu yolculukla bir bir gün yüzüne çıkacaktı. Suikastler...