8 Kasım 2011, İstanbul...
Denizin kahverengine bulanmasına alışabileceğimi zannetmiyor ve Bodrum'u bugün de özlüyordum. Özlediğim yalnızca Bodrum değildi. Annem, babam ve anneannem özlenenler listemin en başında yerlerini almışlardı çünkü bugün bayramdı. Halam, Canan, Özcan Abi, Eren, Gürkan Abi, Tuba Abla ve Anıl Bodrum'a gitmişlerdi. Bayramın ilk günü, bahçemizde kocaman bir masa kurmuşlar ve birlikte, pişirilen kavurmayı yemişlerdi. Bunu bilme sebebim, beni görüntülü aramış olmalarıydı ve ben de bu sayede kendimi yalnız hissetmemiştim.
Yani onlar öyle sanıyorlardı.
Benim kendimi yalnız hissetmediğim tek bir an'ım yoktu.
Annenin, babanın, anneannenin elinden öpemediğin bir bayramın yalnız geçmemesi ne kadar mümkündü? "Bak büyüyünce, bayramda tatile gidip, annenle babanı ziyaret etmeyi unutmak yok!" demişti annem. Kaç yaşında olduğumu bilmiyordum. Küçüktüm. Zaten annemi en son gördüğümde, ben küçücüktüm. "Ama biz tatil yerinde yaşıyoruz ki," demiştim, gülerek. "Tatile babamın oteline gelirim ben. İstanbul'da okuyacağım ben de anne değil mi? Seninle babam gibi!" diye eklemiştim, hızlıca.
Annemin cevabı evet'ten başka bir şey olamazdı çünkü benim de onların okuduğu üniversitede okumam gerekiyordu. Boğaziçi'nde. Öyle anlaşmıştık, öyle söz vermiştik birbirimize. Şimdi, annemle babamın okuduğu üniversitede okuyordum fakat aylardan Kasım olmasını öne sürerek, tatil zamanının geçtiğini kendime hatırlatmaya çalışıyordum. Eğer sonbaharda olmasaydık, kesin Bodrum'a giderdim; ama el öpmeye değil, tatile. Bu bayram, annemle babamın beni özlemesi gerekiyordu. Hem hep ben mi gidecektim, neden onlar hiç İstanbul'a gelmiyorlardı?
Annemle babam, Boğaziçi Üniversitesi'ni kazandığımda da beni yurda yerleştirmeye gelmemişlerdi.
Herkesin ailesi gelmişti ama benim ailem gelmemişti.
Bayramlarda, öksüzlüğümle daha çok yüzleşiyordum ve bu kalbimi kırıyordu. Kalbim ne zaman kırılsa kendimi yalnızlığa mahkum ediyordum. Bodrum'da olmaktansa, İstanbul'da kalır ödevlerimi yapardım. En azından yengeme, çok ödevim olduğunu ve bu yüzden gelemeyeceğimi söylemiştim. Çok ödevim olduğu doğruydu; her ne kadar, bu yüzden İstanbul'da kalmamış olsam da.
Aslında İngilizce biliyordum fakat sınavı geçemediğim için, hazırlık okumam gerekmişti. Henüz daha senenin neredeyse başındaydık ve maalesef zaman geçmek bilmiyordu. Bir an evvel birinci sınıf olmak ve Matematik okumak istiyordum. Ödevim, bir mekanda otururken, civar masada oturan tanımadığımız insanların konuşmasını dinlemek ve bunun üzerine bir hikaye türetip essay yazmaktı. Hikaye yazmak konusunda çok iyi değildim. Gerçi benim sözelim zaten çok iyi değildi fakat bunu hocaya açıklamamın bir yolu yoktu.
Hava çok soğuktu ve ben sigara içiyordum. Bu yüzden, Kilyos'taki balıkçı restoranının açık alanında oturuyordum. İnsanlar benim kadar manyak olmadıkları için, ya da belki de bayramın henüz üçüncü günü olduğu için, restoran kalabalık değildi. Yalnızca arka masamda iki adam oturuyordu fakat onlar da öyle kısık sesle konuşuyorlardı ki, ne konuştuklarını duymakta zorlanıyordum. Kulağında kışlık kulaklık var Naz! Kulaklığımı çıkartacaktım fakat önce balığımı mı yesem, yoksa yerken mi adamları dinlesem karar veremiyordum çünkü çok acıkmıştım. Her türlü balığını yiyorsun işte Naz!
Yurtta kalmanın zorlu yanlarından birisi, her daim aç gezmek olabilirdi ve aç olduğum zaman düşünemiyordum.
Telefonumu çıkardım ve balığımı yerken, adamların konuşmalarını not etmeye başladım.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Maça Kızı 8
General Fiction"Verdiğim acıyı silebilmek için her bir saç telini öpmek istiyorum," dedi. Önce nefes almayı bıraktım. "Ama bazen öpünce de geçmez," dedi. Buz kestim. ... BU HİKAYEDEKİ OLAYLAR TAMAMEN HAYAL ÜRÜNÜDÜR VE GERÇEK KİŞİ VE KURUMLARLA BİR İLGİSİ BULUN...