Bölüm C2: Sahte

0 0 0
                                    

Hüso güçlü hissediyordu. Güçlü hissetmek gibi değildi, hayır. Umutsuzluğa sürüklenecek kadar güçlü hissediyordu. "Bu son mu?" diye soracak kadar güçlü.
-Elise...
Hayattaki tüm amacını kaybetmiş bir adamın gözleriydi bunlar. Peki ama neden? İstediği güç değil miydi? Bu gücü bir anda şansa kazanmış da değildi, kendisi mücadele ederek böyle güçlenmişti. Güç başına mı vurmuştu yoksa?
-Senin anlayabileceğini düşünmüştüm, Elise... Beni en iyi anlayan sensin çünkü. Ne o bakışın? Neden, yoksa anlamamazlığa mı geliyorsun?
Anlayamamış mıydı gerçekten? Sorduğu sorular bunu gösteriyordu. Fakat... doğuştan bilmeliydi nedenini. Çünkü Hüso ve Elise birbirlerine başta kader olmak üzere her yoldan bağlıydılar. Anlamak, değildi bu. Hatırlamaktı. Başarmıştı da bunu. Yeşil gözlerini kapadı Elise. Bir sonraki açışında mavi olacaktı yine.
-Buyrun prensim.
Hüso'nun Elise'e karşı olan, her gün katlanarak artan sevgisi o gülümsemesine yansımıştı. Garip bir şaşkınlık vardı içinde. Onun anlayacağını bekliyordu zaten ama yine de şaşırmıştı. Hayır, bir şüphesi olduğundan değil. Belki Elise'in bu kadar mükemmel olmasına hala şaşırıyordu. Ah, bunları düşünmenin vakti değildi. Onun gücüne hükmetmiyordu artık. Güçlü de hissetmiyordu. Hüso'nun da gözleri bir sonraki açıldığında yeşil rengini kaybetmek üzere kapandı.
-Teşekkür ederim, Elise... Bunu kendim halletmek istiyorum.
Az önceki haliyle bu durumu halledebilirdi, hiç zorlanmadan, hiç düşünmeden ve nihayetinde hiç keyif almadan. Şimdi ise gelişebilecek ortam vardı. Güçlenmek için zorlanabilecekti, büyük bir nimetti bu. Belki az önce kendi içinde hissettiği gücü başkası hissetmeden anlayamazdı bunu. Garip adamın garip fikri gibi olurdu sadece. Geri dönmek güzeldi, mücadeleye. Serin bir rüzgar ruhunu rahatlatmış gibiydi. Az önceki güçlü halinden kalan özgüvenle karşısındaki çılgınlığa döndü. O devasa canavarın varlığını tekrardan hissedebiliyordu. Bu his kaşlarının çatılmasına neden olmuştu. Stella... artık bir insan ismiyle anılmalı mıydı bu şiddet, Hüso bilmiyordu. Bir insan olarak doğmuştu. İnsan olarak ölmüştü. Ama yeniden doğduğunda insanlığı uçup gitmişti. Gezegenin tüm elektrik enerjisini sömüren bir cihaz denilebilir miydi buna? Aşırı yüklenmiş, aşırı ısınmış. Hüso bu sonsuz güce karşı dayanabilecek miydi? Zaten sonunda hayatta kalsa bile hem o hem Elise yeni bedenlere ihtiyaç duyacaklardı. Bu radyasyon altında hala insana benzemeyi geçelim tüm güzellikleriyle kendi formlarını koruyabiliyorlardı. Ama yine de sonra nasıl etkilenecekler bilinmezdi. Bu kapalı kara hücreden dışarıdaki yaşama kimse zarar veremezdi, Elise'e de kimse zarar veremezdi. Evergreen'in en güçlü zamanıydı şimdi. Yani Hüso tüm enerjisini kullanabilirdi. Yok olacak bir şey yoktu çünkü. Sadece saçlarından tüm elektrik santrallerine bağlanmış bir varlık, Stella vardı. Hava moleküllerinin elektronlarını delice fırlatacak kadar ısınmıştı, bu karanlık odanın güneşi oydu. Her anlamıyla. Işığı, enerjiyi, ısıyı, çekim gücü onundu hep.
.....
Her şeyi yok etmekti planı, saldırdı. Hüso onun tüm kudreti altında ezilmemek için tüm gücüyle dayanıyordu. Hızı ışık hızına bilinen çoğu varlıktan daha yakındı, sonsuz enerji kaynağı ve neredeyse sonsuz enerji bunu mümkün kılıyordu. Aynı zamanda en ağır kozmik şartlara bile dayanabilecek, Marquis'in ustalık eseri, beden. Mor ışıklar yayan, mor bir güneşti o. Hüso çocukken geceleri televizyonu ailesinden gizlice açınca hissettiği o duyguyu hissediyordu bu görüntüyü görünce. O zamanlar televizyonda geceleri hiç yayınlanmayan görüntüler yayınlanırdı. Gece kuşları için. İzlediği kanaldaki eski tekno şarkılar geldi aklına, onların nostaljik duygusunu hissetmişti. Robotik, yarı çıplak bir kadın bedeni, mor ışıklar yayan saçlar, mekanik sesler o şarkıları andırıyordu. Hüso bunu seviyordu işte. Ah, yaşamak. Renklerle doluydu, acaba o nasıl bir renk katacaktı bu esere... Mavi, kırmızı, hayır. Mor olmalıydı katacağı ilk renk. Mor alevler en uygunuydu. Mavi alevleri kullansa Stella'nın yaydığı ısı Hüso'nun alevlerinin soğukluğunu yutar yok ederdi. Onlar işe yaramayacaktı. Kızıl alevler de onun dayanıklılığını aşacak kadar yok edici değillerdi. Tek çareydi mor alevler.
.....
Başlıyordu. Hüso'nun en güçlü formu bu olacaktı, tamamen kendi gücüyle eriştiği. Mor enerjiyi kullanmakta ustalaştığının kanıtı olacaktı bu, mor enerji üzerine yazdığı master tezini verecekti... Tüm enerjisini açığa çıkardı. Mor kora dönüştü, bir kolu veya kolları ve bacakları değil... Tüm vücudu mor bir yıldız gibi parlıyordu! Cildindeki elementler füzyon oluşturuyordu, büyük bir nükleer enerji ortaya çıkarıyorlardı. Aynı yıldızlar gibi! Hüso vücudunun hayır, tüm vücudunun insanlığını reddetmişti artık. Saçlarının, tırnaklarının, gözlerinin. Bir seksen beş boyunda bir adam formunda, mor bir yıldızdı artık o. İki canavarın savaşı başlamıştı. Karşısındaki canavar robot olunca hiç korkmuyordu bu yıldızdan tabii. Tüm gücüyle geldi o.
-Yüksek derecede tehdit unsuru tespit edildi. İmha edilmek üzere, tüm güç ona yöneltiliyor.
.....
Ah, evet. Bu duruma nasıl düştü Hüso ve arkadaşları, henüz anlatılmadı. Her şey Stella'nın Mahmut'un evinden bir anda kaçıp şu anda bulundukları yere gelmesiyle başladı. Hüso ve arkadaşları da hemen oraya ulaşmışlardı. Nao, Hüso ve Elise, Evergreen büyüsü sayesinde zarar görmeden yüksek hızlara ulaşmış ve oraya ilk ulaşan olmuşlardı. Zeplin ve onunla gelenlerin de ulaşması uzun sürmemişti. Asıl olay geldiklerinde başlamıştı zaten.
.....
-Hüso! Nao da.
Onları Mahmut göndermiş olmalıydı. Tabii karşısındaki üç genç onun neden bu durumda olduğunu bilmiyor olmalıydı. Yüzlerinden okunuyordu bu. Sonuçta başına silah dayanmıştı Marquis'in ve bunu yapan da onun patronu sayılan Kızıl Monarch'dan başkası değildi. Hüso'dan daha farklı tepki vermesini beklerdi Marquis. Onu görmeyeli çok değişmişti. Nao da öyle. Yetişkin olmuşlardı artık. Seneler ne çabuk geçmişti... Şu an on dokuz yaşında olmalıydılar. Marquis'i gülümsetmişti bu gençler. Belki hayatta tek sevdiği şey Stella değildi ha. Öyle olmalıydı. Onları gördüğünde anlamıştı ne kadar özlediğini. Bir de yolun sonundaydı artık herhalde. Son kez görecekti; Nao'yu, Hüso'yu, Stella'yı. Hatta bu Hüso'nun yanındaki siyah saçlı kızı.
......
-Hüso. Arkadaşından almadın mı haberleri, iyi haberleri?
Hüso, Kızıl Monarch'ın sorusunun cevabını bilmiyordu.
-Neden öyle bakıyorsun? Sato'ya söyledim. Sizin peşinizi bırakıyorum artık. Ben ve istihbarat... Hadi, gitmekte özgürsünüz artık.
Hüso'nun öfkesini tutmakta zorlandığı belliydi. Yüzünde sinirden bir gülümseme oluştu.
-Evet. Hatırladım. Bizim peşimizi bıraktığını, söylemişsin.
"Söylemişsin"'i vurgulamıştı.
-Ama,
Marquis'i işaret etti parmağıyla.
-Durum hiç de öyle görünmüyor.
-Hmm?
-Marquis'i bırak.
Kızıl Monarch, Hüso'nun bu tehditkar tavırlarına rağmen hiç istifini bozmamıştı.
-"Siz", Marquis ne zamandan beri siz oluyor? Benim, hükümetin, ordularından birinin başkanı o. İşinize gidin, çocuklar. Sizinle uğraşmıyorum. Kurallara uyduğunuz sürece kimse de uğraşmayacak.
-Biz senin peşini bırakmayız o zaman.
Bam! Bir silah sesi yükseldi. Ve Hüso'nun yapabileceği hiçbir şey yoktu, mu? İşte bu, Evergreen. Az önceki saniyenin onda birinde gerçekleşen olaylar şöyleydi: Kızıl Monarch, Marquis'in sırtına ateş etti. Hüso o anda iki seçenekten hangisini yapabileceğini düşündü; Mermiyi uzaktan yakma özelliğiyle eritebilirdi. Ama bu olamazdı, çünkü o kadar hızlı değildi bu gücü, yani o kadar hızlı eritse Marquis ısıdan zarar görürdü. İkinci seçenek ise araya fırlayıp mermiyi saptırmaktı. Bu da olmazdı çünkü sonik patlamalar Marquis'e yine zarar verebilirdi. Bu yüzden hiçbir şey yapmadı. Çünkü harekete geçmesi gereken kişi Hüso değil... Elise'den başkası değildi. Mavi gözleri yeşile dönüştü çünkü Evergreen büyüsünü kullanmaya hazırdı. Bu, Evergreen Elise'in ürettiği yegane büyüydü. Efsanevi birkaç kişinin yapabildiği bir şeydi bu. İşte Elise o efsanevi varlıkların ligine giriş yapmıştı. Marquis'i iyileştirdi, Evergreen. Buydu o. İyileştirme büyüsü. Ama gücü tüm gerçekliği aşardı. Marquis'in acısı beynine değil omuriliğine gitmeden iyileşmişti yarası. Olmayan bir yaranın acısını çekmişti.
......
Çektiği acıyla yüzüstü yere kapaklandı Marquis. Kızıl Monarch güldü.
-Ah. İlgilenmem gereken bir sorun var demek.
Yürüdü. Hüso'ya doğru. Ama, hayır. O aslında Elise'in peşindeydi! Hüso bunu farkedince iş işten geçmişti ama.
-Merak etme, Hüso. Ona bir şey yapmayacağım, güçlerini mühürle-
......
Kızıl Monarch'ın kafası uçtu. Yerinden çıktı. Yere ulaşamadan patladı. Yok oldu... Hüso nasıl anlayamamıştı bunu? Ona yaklaşacağını düşünmüştü ve bundan korkmamıştı, korkmazdı. Elise'e gideceğini anlasa bunu engelleyebilirdi. Ama iş işten geçmişti artık, Evergreen yoktu fakat Kızıl Monarch da yoktu.
......
-Marquis!
Stella'nın yüzündeki ifade garipti. Çünkü, gerçek bir insan gibiydi. Üzgün ve telaşlı.
-Olamaz. İyi misin?
Marquis acıyı bir kere hissedebilmişti sadece, ağrısı yoktu. Ama bu şimdi önemli değildi. Hiç gerçekleşmesi mümkün olmayan bir şey gerçekleşmişti.
-Stella!! Geri döndün!!!!
Sonunda yıllar önce yapmak istediğini yapmıştı Marquis. Stella'ya sarılırken onun da kendisi gibi hissetmesini istemişti hep. Onun da aşkla sarılmasını istemişti. Ölmüş müydü yoksa? Ruhlara inanmazdı, ama ölmeden önce son kez gördüğü bir hayal miydi bu yoksa? Stella geri dönmüştü. O Stella. Robot bedeniyle hiçbir şey yapmadan oturan, Marquis'le bir gün konuşmazsa üzülen o Stella değildi. Et ve kemikten bedeniyle, Marquis'in her zaman yanında olan, ona destek olan Stella'ydı bu. Bunun olması mümkündü de aslında. Tüm bu güzelliğin verdiği şaşkınlık ve mutlulukla, cevap verdi.
-İyiyim, Stella. Uzun zaman oldu...
-Evet.
.......
-Hepsi sizin sayenizde, Hüso. Sizi... nasıl desem...
Marquis, Hüso'nun yüzüne baktı. Anlam veremediği belliydi ifadesinden, ama aynı zamanda olanlar onu tatmin de etmiş gibiydi. Gülümsedi.
-Sizi çok seviyorum... Evet, siz benim tek arkadaşlarımsınız. Sizi tekrardan gördüğüme sevindim, Hüso, Nao. Yanınızdaki kız da gördüğüme sevindim. Yeni arkadaşlar edinmişsiniz, sizden beklediğim gibi.
Nao nasıl karşılık verebileceğini bilememişti, yanakları kızarmıştı biber gibi.
-Sevindim.
-Haha, Nao. Hiç büyümeyeceksin bebeğim!
Nao cevap vermedi, Marquis'in beklediğinin aksine.
-Yoksa büyüdün mü gerçekten?
Nao gülümsemişti, uzun zamandır görmüyordu bu adamı. Özlemişti. Hüso, Marquis'in elini sıktı.
-Biz seni özledik. Marquis. Stella'ya kavuştuğun için mutlu görünüyorsun. Senin yaptığın robotlardan birine benzemiyor, gerçek bir insan gibi.
-Evet. O benim ölmüş sevgilim. Sonunda onu geri getirebildim. İyi mi?
Hüso'nun yüzündeki gülümseme bir anda siliniverdi.
.......
Bunu yapmaya hakkı var mıydı birinin? Ölüyü diriltmeye... Bu dünyada vakitsizce ölen birçok insan vardı, ölümünün istenmediği birçok insan. O göçüp gidenlerin sevenlerinin hakkı yoktu da Marquis'in mi vardı? Stella'ya baktı Hüso. Bir şeyler yanlıştı. Bu gülümsemesinde bir şeyler eksikti. Yalan mıydı bu? Stella'nın hayata geri dönmesi, Marquis'in deli aklının bir oyunu, bir uydurması mıydı? Çünkü ölüyü bu şekilde diriltmeye çalışan birinin aklı kaçık olmalıydı. Düşündü, Hüso... Birini "yaşıyor" durumuna getiren şey neydi? Biyolojik olarak istisnalar dışında nefes alması, tepki vermesi, madde alışverişi yapması gibi şeyler bir şeyi canlı kılardı. Bir robot neden canlı sayılmazdı ki? Mesela Marquis'in hizmetçi robotları... Herhangi bir insandan farkları yoktu aslında. Tepki verirlerdi, enerji harcar ve atık üretirlerdi. Neyse, robotları da canlı olarak nitelendirdi Hüso. O zaman eskiden ölü olan bu Stella varlığı şimdi canlıydı. Ama... bir sorun daha vardı: bu karşısındaki şey Stella mıydı? Stella olarak nitelendirilebilir miydi? Yoksa onun bir sahtesi miydi? Bunu öğrenmek için aklındaki bir sorunun cevabını bulmak zorundaydı. Stella'nın nesi vardı bu karşısındaki şeyde? Görüntüsü vardı, evet. Ses tonu, kokusu ve bedeninin dokusu da olmalıydı. Marquis'in hizmetçi robotlarının bu bağlamda gerçek bir insandan farkı anlaşılmıyordu çünkü. Stella'nın hafızasına da sahip olmalıydı, madem ki onu hatırladı... Yoksa bu şey gerçekten Stella'ydı ve gülümsemesi sadece Hüso'ya mı öyle gelmişti. Elise'e mi sorsaydı, o ne düşünüyordu? Ama soramazdı şimdi. Stella'nın bedeni değildi ama bu yine de. Mahmut'un dediğine göre ve kendi gözleriyle gördüğüne göre Stella'nın şimdiki bedeni tam tehçizatlıydı. En güçlü silahlardan en iyi manevra takımına kadar her şeyi bu dünyadaki en son teknolojiydi. Yani bu beden uzaktan Stella olsa bile onun insan bedeniyle alakası yoktu aslında. Eğer Hüso bedenini kaybetse Hüso olur muydu? Bütün fikirleri, duyguları Hüso olsa bile bedeni X olsa da Hüso sayılır mıydı? Belki bu mümkün olmazdı... Hayır, o artık Hüso olmazdı. Çünkü onun fikri ve duygularını belirlemede bedeni önemli bir rol oynamıştı. Bedeni robot olsa, yani bazı hormonlara sahip olmasa Elise'e hissettiği bu aşkı hissedemezdi. Bedeni para ile geliştirilip güçlenseydi, ağır antreman ve beslenmenin aksine belki böyle bir insan olmazdı. Evet, Hüso karar verdi. Beden de insanı o insan yapan şeylerden biriydi. Hatta çok önemliydi o da. Peki o zaman beden hep değişen bir unsurdu, yani bu da bir sene önceki Hüso'nun Hüso olmadığı anlamına mı geliyordu? Hüso konudan sapmıştı şimdi. O zamanki Hüso o zamanki Hüso'ydu. Şimdiki Hüso da şimdiki Hüso'ydu. İkisi de Hüso'ydu. Bir bedenin parçasıydı. Bir dakika, konudan sapmıyor muydu yoksa? Çünkü şimdiki mantığına göre o zamanki Stella'ya o zamanki Stella, şimdiki cynoid Stella'ya şimdiki Stella demek zorundaydı. O zaman bu değişikliğin bir ölçüsü olmalıydı. Bir insan küçükken şımarık bir çocuk, büyüyünce de soğukkanlı bir katilse eğer o ikisi farklı varlıklar olmalıydı. Hüso'nun aklına tekrar bir fikir geldi. Şimdi karşısındaki Stella aslında yüzde yüz bir robot olmalıydı. Çünkü canlı bir bedene robotik parçalar takılabilirdi ama bu kadar robotik bir bedende organik parçalar pek uymazdı. Zaten Marquis, Stella'nın her bakımdan mükemmel olmasını istiyorsa beynini de Stella'nın içinde bırakmamış olmalıydı. O zaman bu ölüyü diriltmek değildi aslında. Hüso biraz daha düşündü. Dehşete düşmek üzereydi. Ölü bir beyindeki bilgileri yapay bir depolama birimine aktarmak insanoğlunun şimdiki teknolojisiyle mümkün müydü? Onu geçelim yaşayan bir beyindekinden aktarmak mümkün müydü? Mahmut ve Sato'nun anlattığına göre DaTa bu işi yapabilirdi ama ölü bir beyinden yapamazdı. Hatta sadece insan beyninden insan beynine, kedi beyninden kedi beynine, hard diskten hard diske aktarabiliyordu. Çünkü hepsinde veri farklı formattaydı. Bilgisayardaki görüntü .jpeg ve .mp4 gibi formatlarda bulunabilirdi. Fakat organik beyinlerdeki görüntü formatları çok farklıydı. Aynı zamanda bilgisayarda veri bitlere manyetik olarak kaydedilirdi. Organik beyinlerde çok daha farklıydı. Hatta her organik beyin de aynı değildi. Mesela insan beynindeki veriyi kuş beyni kaldıramazdı. Peki DaTa kendi bilincini o robota nasıl aktarmıştı. Hüso'nun aklına birkaç yol geliyordu. Bir yapay depolama birimine organik depolama biriminden aktarılacak en kolay şey düşünce ve hatıraları "olay, duygular ve yorum" formatlarından .txt yani yazı formatına çevirip göndermekti. Fakat bu süreçte birçok veri kaybı olacaktı. Ve dönüştürme süreci çok uzun sürecekti. Bunun başarılı olduğunu varsayalım. Eğer DaTa bir çiçek görseydi şöyle tepki verecekti: Bu şeyin yaprakları (yaprak tanımı) var, rengi sarı, yere bağlı, demek ki bir çiçek... Hayır, bu hiç fonksiyonel olmazdı. Ve çok uzun sürerdi. Hatta hatırların yazıya dökülmesi beklentilerden bile çok daha uzun sürerdi, yıllar sürerdi. DaTa'nın hatıraları yanına almadan geçmesi ve dünyayı tanıma işini robotun içindeki verilere bırakması da bir yoldu ama böyle olmadığı su gibi belliydi. Belki de DaTa uzaktan robotu kontrol ediyordu. Sadece söylemesi gerekeni ve hareketlerin komutunu uzaktan gönderiyor olabilirdi. Ama hayır! Bu da olamazdı çünkü ses tonunu bu kadar mükemmel çıkaramazdı o robotlar. Göndermek de uzun sürerdi. Çünkü ses tonu insan beyninde kaydedilmiyordu. Sadece kelimeler, dilin ve ağızın hareketleri, ciğerlerin üfleyeceği hava miktarı vardı. Sesin tonunu gırtlaktaki ses telleri belirlerdi. Evet... Hüso aydınlanmıştı, ters köşeydi bu! DaTa'nın karakterine en uygunu şimdi düşündüğüydü. DaTa bedenini ve yüzünü gizlemek için onu gören insanlara onu başka bir şey olarak gösteriyor olmalıydı. Hatta ve hatta onlara kendisini olduğu gibi gösterip veda etme zamanı geldiğinde kendi bedenini onu gören insanın hafızasındaki başka bir öğeyle değiştiriyor olması en olası ve kolay yoldu. Zaten robotun bedenini kullandığını da hiç görmemişti Hüso. Zaten görse de DaTa'nın oyunu olabilirdi bu. Sato'nun anlattığına göre Kızıl Monarch, DaTa onun elinde olmadığı için onun tüm güçlerine sahip olamamıştı. Yani Mahmut ve ekibi onu zamanında tüm bedeniyle yanlarına almışlardı... Sonuç olarak Hüso'nun çıkarımı organik beyindeki bilgilerin bilgisayara geçirilemediğiydi. Yani o zaman bu şey Stella falan değildi. Marquis'in hatırladığı kadarıyla yazılmış bir Stella'ydı. Marquis'in yaratıklarından biriydi sadece.
......
Kızıl Monarch'ın bedeni hala yerde duruyordu. Telsiz gibi bir şeyden ses geldi, cebinde olmalıydı bu şey.
-Stella. Marquis'in imhasını emrediyorum.
-Tamam, efendim.
......
Her şey bu kadar hızlı gerçekleşmişti işte. Marquis de Kızıl Monarch gibi başsız bir beden kalmıştı sadece... Ah! Ne kadar trajikti bu. Kendini bir oyuncakla kandırmış, tüm sevgisini ona vermişti. Şimdi ise o oyuncak onu bir tek emirle yok etmişti. Hüso karışık duygular içerisindeydi. Yine tüm bu olanları, Marquis'i düşünüp duygularını düzenleyebilirdi. Ama buna vakit kalmayacak gibi görünüyordu.
-Marquis öldü. Kendini İmha etme süreci başlatılıyor.
Stella'nın yüzü birden korkunç bir şekilde değişti. Rahatsız edici çığlıklar atmaya başladı. Daha çok içine yüklenmiş bebek çığlıkları oynuyordu boğazındaki hoparlörlerden. Gözünden sular akıyordu.
-Marquis!! Beni nasıl bıraktın! Biz birlikte yaşayacaktık sonsuza dek. Artık bu dünyanın bir önemi yok. Marquis yoksa her şey yok olmalı.
Hüso artık gerçeği bildiği için hiç de üzülememişti bu çığlıklara, bu laflara.
-Nao...
-Tamam. Çıkıyorum. Manyak herif... tüm dünyayı yok edecek ha.
Nao koştu, karanlık laboratuvardan dışarı çıkmak için.
-Durdurun onu. Elise, Hüso. Dışarı çıktığımda güvenlik kilidini başlatacağım. Sizi içeri kilitleyecek. Onu etkisiz hale getirdiğinizde kapıyı kırıp çıkın.
Nao kahkahasına hakim olamadı.
-İnanamıyorum hala! Ay, ne garip. Neden böyle psikopat olduğunu anlayamadım bu Marquis'in.
.......
-Ne düşünüyorsun, Elise? Ölüleri hayata döndürmek mümkün mü, Stella'nın gülümseyişi sahici mi?
-Hayır. Onun her şeyi sahte. Zavallı Marquis'in ölmüş sevgilisinin hayaleti o. Aynı zamanda hastalıklı bir zihnin ürünü. Kendisi öldükten sonra bu dünyanın değerinin kalmayacağını düşünecek kadar hastalıklı ve bencil bir zihnin ürünü. Bunu durdurmak için tüm gücümü sana vereceğim.
-Evet. Evergreen'in gücünü göster.
......
Ondan sonra saniyeler içinde tüm gezegenin elektriğini çekmek için saçlarını laboratuvarın duvarları ve tavanına bağladı. Binlerce devre, ona olabilecek en optimal şekilde elektrik enerjisi taşıyordu. İşte böyle baştaki yere geldik.
......
-Elise, yine senin gücün olmadan yenemeyeceğim onu... Birazdan yapacağımı yaptıktan sonra hemen bedenimi iyileştirmeni istiyorum.
-Tamamdır. Hadi!
-Tamamen yıldız olma zamanı!
Hüso birazdan vücudunun içini de yıldıza dönüştürecekti. Bu kesin ölüm demekti onun için! Bunu yapmadan hemen önce havaya yükseldi. Tüm gücüyle!!
-PANDEMONIUM SHOOTING STAR.
Ve... Mor yıldız kayarak robotik canavarın kalbini delip geçti. Sonra, yıldız tozuna dönüşüp küçüldü.
.......
-Ah, Elise. Öldüm sandım!
Elise güldü.
-Olur mu öyle şey, Hüso. Her zaman yanındayım.
-Teşekkür ederim, aşkım. Buradan çıkınca bedenlerimizi yine tamamen yenileyelim, radyasyon çok zarar verecek her yere. Daha da seni yormayacağım. Çok enerji harcadık.
-Hayır, benim enerjimden çok seninki gidiyor. Gücünü senden alıyor bu büyü biliyorsun, Evergreen.
-Olsun...
-Yahu merak etme. Şimdi zepline gidip güzelce yemek yiyelim.
-Hehe. Tamam.
.......
Sonuç olarak Mahmut'un yeni ekibi tamamen yenilmiş ve her şey bitmişti. Marquis'in laboratuvarındaki tek delik de kapatılmıştı. Laboratuvar ve etrafı da (zaten kimse yaklaşmazdı ama) yüksek risk bölgesi ilan edilmiş ve tüm yaşamın oraya girmesi yasaklanmıştı. Kızıl Monarch yine Hüso ve arkadaşlarından başka kimsenin varlığından haberi olmadığı yedek bedenlerinden birine geçip işlerini devam ettiriyordu. Basın ani bir haberle Beş Büyük Ordu'dan Robotik ve Teknoloji Ordusu'nun kapatılması ve teknolojisinin büyük şirketlere satılmasıyla dağıldı. Şimdi Dört Büyük Ordu olarak adlandırılıyor.
.......
Sato, Mahmut'un yanındaydı. Kızıl Monarch'ı bitirmek için ondan yardım ve bilgi alıyordu. O çok kararlı olsa da Mahmut sadece karısının yalnızlığını çözmek için uğraşıyordu. Kızıl Monarch'dan intikam almak için hayatını harcayacak kadar kin gütmüyordu ona.
.......
Leo çocuğu doğduğu için köydeydi. Nao da onun yanına gitmişti. Hüso ve diğerleri ziyaretine gitmişti fakat zeplinde gezmeye devam ediyorlardı. Elise, Hüso, İbo, Yume ve Zen'den oluşuyordu takım.
.......
Artık bir çağ bitmişti Hüso ve arkadaşları için. Hatta daha doğrusu tüm dünya için belki... Ama bir sonraki yaşanacaklar o yeni çağın başlangıcı olacaktı!

Battland Maceraları Vol. 2Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin